Görsel Shutterstock'tan alınmıştır

Sürûr sözlüklerde sevinçli, neşeli olmak anlamındadır. Mesrur ise; sevinmiş, sevinçli sürurlu olma hali, meserretli, meramına ermiş olarak ifade edilmektedir. TDK sözlüğünde “eskimiş” olarak işaretlenmiştir. Haksız yere sürurlu olmak ise şımarıklık sayılmıştır. 

Selçuklular zamanında Anadolu’nun Türkleşmesi ve orada İslamiyetin yayılması sırasında önemli görevler ifa eden Ebul Hasan El-Harakani; o günün İslam aleminin sınırlarını işaret ederek; “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına takılan taş benim ayağıma takılmıştır. Onun acısını ben de duyarım.’’ der. O ’’Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir” anlayışındadır. Bununla beraber “sabahleyin yatağından kalkan alim ilminin artmasını, zahid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşimin gönlünü neşe ile doldurmak, onu sevindirmek derdindeyim”. derdi. Şefkat, mürüvvet, sehavet, kerem, cömertlik, başkalarına hizmet, kimseye eziyet vermeme, iyiliği yayma, sızlanmayı bırakma, makam tutkusundan uzaklaşmayı emreder, etrafında olanlara yiğitliği, civanmertliği tavsiye ederdi, herkesin sevincini sürurunu isterdi.

Sürûr manevi bir hafifliktir. Kiminin içi içine sığmaz, sanki uçacak. Ufukları kendisine gülüyor görür, dünya onlarındır ve onlar kendi dünyalarında mesut turlar.

Bayramda, şenlikte, düğünde bilhassa çocuklar neşe ve sürûr içindedirler. Yüzleri parlar,   gözleri ışıldar, çok şeyin farkına varmaya başlarlar da ayakları yere değmez, hallerinden bir umut içinde oldukları bellidir. Gözlerinde ümit, canlılık dolaşır. 

Yük çeken yetişkinler, babalar, anneler için de ortak sevinç, sürûr, neşe günleri zorlu maişet telaşının dindiği, unutulduğu,  geride kaldığı vakitlerdir. Baharın sabahında bulamayacakları kadar kendilerinde güç, tazelik, esenlik hissederler. Göğüsleri kabarır, sevince ortak olurlar. Her gönülde gizli zevk açığa çıkar. Rüya aleminde dönüyor, dolaşıyor gibilerdir.

Dünyanın sıkıntısının, elemlerinin bellerini büktüğü yaşlılar dahi sürur ortamının etkisiyle bir huzur, rahatlık içindedirler. Çocukları ve torunları ile birlikte yaşadıkları sürûr günleri onları mutlu eder ve onların gönüllerinde iyilik yeşertir, hayatın güzelliklerini tadarlar.

 Bu hususla ilgili bir hadis-i şerif var. ‘’ Bir kimse benden sonra bir müslümanı sevindirirse , beni kabrimde sevindirmiş olur. Beni sevindireni de Allahü Teala kıyamette sevindirir.’’ Ramuz’da bulunan bu bilgiye göre galiba yapacaklarımızın en faydalı olanı  kardeşimizin eşimizin dostumuzun içine sevinç vermektir.  Darda kalanın borcunu ödemek, konu komşuya hısım akrabaya yemek yedirmek, bir şeyler ikram etmektir. İşte bütün bunlar  bayramlarda  fazlasıyla görülmektedir.

Bayramların ne kadar duygulu, ne kadar coşkulu, ne kadar bereketli olduğunu bir sabah; bayram namazı hazırlığını terennüm eden Yahya Kemal’in şiirinden okuyoruz; 

‘’Çok şükür tanrıya , gördüm bu saatlerde yine
yaşayanlarla beraber bulunan ervahı,
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.’’

Bayram sabahı işte gören görüyor, belki Şair bir yerden bilgi edinmiş ve yaşayanlarla beraber gelmiş geçmiş dedelerinin atalarının ruhlarını görmüş, o sabah gönlünü doldurmuşlar, hissetmiş duygulanmış.

Bayramda önce namaz, sonrası her yer müsait ve evler tertemiz, misafirlere tatlılar ikramlar. çocuklara hediyeler şekerler çerezler hazırlanmış. Büyük küçük herkes bayramlığını giyinmiş. Büyüklerin elleri öpülür. küçükler okşanıp sevilir.  Komşu dost akraba dolaşılır ziyaret edilir, duaları alınır.

Aslında bayram mü’minlere verilen bir değerli hediyedir, bu bakımdan bayramları sevinçle coşku ile kutlamak, evin sokağın mahallenin şehrin şenliğine ortak olmak gerekir. Bayramın neşesi süruru her yere ulaşır. bu müstesna ortam içinde tanışmalar barışmalar hatır sormalar olur, çoluk çocuk bahşişlerini alırlar, ikramların çevresinde neşeyi sevinci tadarlar, bir değişik günü yaşarlar.

Sürur ise yalnız bayrama sevinç günlerine has değildir. zaten imanı inancı ile huzur itminan içinde olanların halidir. Onlar çevrelerinde kendisini sevindirecek şeyleri bulurlar. Büyüklerin sürur huzur tatmin ile ilgili tavsiyeleri de var.

 Hazreti Selmani Farisi’yi evine buğday götürürken görmüşler, ‘’Efendi sen zahittin dünyaya değer vermezdin, ne oldu da sırtlamışsın evine yiyecek taşıyorsun’’ dediklerinde:  ‘’Kişi rızkını sağlayınca hem huzura kavuşmuş olur, hem ibadet için genişce vakit bulur, hemde şeytan ondan ümidini keser.’’ diye cevap vermiş.

Büyüklerden bir başkası:  Dergahı’nda müritlerine bol bol yemek ikram eder onları sevindirir, ‘’Helal olunca zarar gelmez’’  der ve dervişlerini riyazete zühde aşırı ehemmiyet vermekten men edermiş.

 Bir diğer büyüğümüz  ise; ‘’Sevinç rahatlık ve tokluk, bünyeye kuvvet verdiği gibi uykuda dimağı yanlış bir iş yapmaktan korur.  Aslolan ise  aç ve uykusuz kalmak değildir. İdrakini ve    anlayışını geliştirmektir,  hakikatlerin inceliklerini  kendisinin  kolaylıkla fark etmesini sağlamaktır.’’ der; ve  ‘’Bazıları nafile ibadetle meşgul olmayı hizmetten daha üstün sanırlar oysa gönüllerde yer etmek ve sevgi muhabbet ancak hizmetle  elde edilir.’’ diye ilave edermiş..

Yine efendilerden biri hacca gidecek de; hani bir hadis-i şerif var, ‘’ Münafıklar zemzemi kana kana içemez.’’diye; o da hazırlanmış Hicaz’a gidiyor ve orada zemzemde içecek, merak edermiş, ‘’Acaba doya doya içebilir miyim?’’ der düşünür dururmuş. Vaktaki Mekke’de  zemzem kuyusunun başına varmış,  orada herkese veriyorlar, ona da bir kova zemzem vermişler, başlamış kovadan içmeye,  lıkır lıkır içiyor, sonra başına dikmiş, hepsini içtiğini görünce sevinmiş, mesrur olmuş. 

İman inanç kesin bilgi güç kuvvet oluyor. Sevinç sürur veriyor ve mutlu ediyor. Asrı saadette münafıklar bir sure indirildiğinde müminlere: “Bu sure hanginizin imanını artırdı” dediler. Oysa o sure iman edenlerin hepsinin imanını artırmıştı. Ve onlar sevinç içinde idiler. Birbirlerine imanları artmış olduğu halde inen sureyi müjdeliyorlardı. Yine o günlerde halktan  kötü niyetliler onların  peşlerini bırakmıyorlar ya; müminlere bu defa;    ‘’Düşmanlarınız  size karşı ordu topladılar, onlardan korkun.’’ dediklerinde bu onların yine imanını artırdı da;  ‘’Allah bize yeter, O ne güzel mevla , ne güzel yardımcıdır” diyorlardı. 

Onları asırlar sonra takip eden müminlerden  Alperenler,  Akıncılarda neşe sevinç içinde küfür aleminde at koşturup duruyorlardı;. Belki biraz sonra bir tuzakla karşılaşacaklar da onların yine sürur  hali sürüp gidiyordu. Yahya Kemal  bir şiirin de onları anlatır:

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik, 

Bir gün yine doludizgin atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…

 Alperenler akıncılar, korkusuz cengaverler, imanı, ihlası, sabrı ve itaati elde etmişler. Nerede ihtiyaç varsa oraya, gözlerini kırpmadan şenlik esenlik içinde koşuyorlar ve belki yerden yedi kat arşa yükselerek şehit olmayı umuyorlardı.

Ve bir çanakkale  hatırası; Mustafa  Turan’ın ‘’Destanlaşan Çanakkale‘’ kitabında bir gazi anlatıyor: 

Sırtımızı birbirimize dayar da elimize ne geçerse fırlatırdık düşmana evlat. Elimize ne geçerse taş toprak demir… Onlar bize kurşun atarlardı biz onlara toprak… Gene de öldürürdük onları.  Gecenin yarısına yaklaşmamıştı vakit. Düşman üzerinde bulunduğumuz tepenin diplerinden usul usul bize doğru ilerliyordu, atmış kişi idik başımızda tığ gibi mektepten çıkmış bir mülazım vardı, bıyıkları yeni terleyen, yanakları buğday renkli, gözleri henüz anne sevgisi ile parıl parıl parlayan… Elimizde silah yoktu.

Siperimizin sağında solunda bizim askerlerden bir kaç kişilik gruplar halinde kuvvetler vardı da bunlarla temas etmek için yerinden kımıldayan cehennemi ateş altında kaskatı kesilir kalırdı. Halbuki bize silahtan çok insan lazımdı. Ölmeyi Korkudan değil vatana lazım olduğumuzdan istemiyorduk.. 

Bir ara düşmanın ne kadar yaklaştığını anlamak için doğruldum. Mermiler vızır vızır geçiyordu. Hemen yattığım yere saklandım. Kan sıcaktır yara sıcakken acımaz. Onun için birşey hissetmedim. Fakat göğsümden göbeğime doğru akan ılık ter gibi bir şey beni gıdıkladı ve kalbimin üzerinde hafif bir sancı hissettim. Elimi göğsüme sokup geri çekince mesele anlaşıldı. yaralanmıştım. arkadaşlarım beni yatırdılar göğsümü açıp baktılar.

Dört yerden kurşun girmişti vücuduma, oluk gibi kan akıyordu.  Sonrasını iyice hatırlamıyorum Kendime geldiğimde siperin içindekiler tamamen sessizdi. Uyumuşlar diye düşündüm. meğer hepsi şehit olmuşlar. Sadece Hasan onbaşı başını topraklara dayamış gözleri açık ileri bakıyordu. Benim inlemekte olduğumu görünce  başını çevirip baktı; ‘’ Mustafa merak etme  bütün arkadaşlar şehit oldu ama ben yaşıyorum. Sana kimse dokunamaz ben yaşarken.‘’ dedi. Dudaklarımı bile kımıldatamıyorum… Gece iyice bastırmıştı. Düşman çok yakınlarımızda olmalıydı. Bir ara iri kolların beni kucakladığını hissettim. Hasan onbaşı beni sırtına alıyordu. Çuval gibi beni yükledi. Kollarımdaki kuvvetin kalanı ile  ona sarıldım.

Karanlıklara daldık cephe gerisine gidiyorduk. Bu kaçış bana öyle ağır geldi ki anlatamam, fakat ne yapabilirdik ki? Epeyi yürüdükten sonra bizimkilerden bir grubun arasına karıştık. Benim tedavimi yaptılar,  kurşunları çakı ile çıkardılar…

Hastaneye kaldırıldım. Sonra öğrendim ki; Hasan onbaşı ertesi akşam benim yara aldığım  sipere tek başına geri dönmüş ve oradan bir daha gelmemiş. Gün ışığında sipere gidenler yirmidört düşman askeri ile Hasan Onbaşı’nın cesedini bulmuşlar.

Yine yakın geçmişte bu defa Bosna savaşı; cephede müminler sırplar karşı karşıya iki tarafta ateş ediyor, isabet alanlar var. Bosnalı vurulanlar ‘’ Allahü Ekber’’ diyor sukut ediyor. Yaralandı, koşuyor arkadaşları cephe gerisine taşıyorlar.  Öbür tarafta Sırplardan isabet alanlar bağırıyor feryat ediyor, sağa sola küfürler yağdırıyor. yardım istiyor, bir sahip çıkanı da yok.

Mü’mine mücahide her zaman huzur sükun hali yetişiyor. Evlerine dönünceye,  yaralansa iyi oluncaya kadar onlara  sabır selamet hali veriliyor, bir şeyden şikayetleri olmuyor. Gayeleri, ulvilerin ulvisi olanlara da yardım  ediliyor. İnananlara dün bugün bazen hiç, bazen batıl sebeplerle çile çektiklerinde zulme uğradıklarında sürur huzur sükun yetişiyor.

 Üstat Necip Fazıl inancı uğruna yıllarca hapsedildi. Zindandan oğlu Mehmet’e yazdığı şiiri  okuyup duruyoruz.  Şiirinde oğluna söyledikleri şunlar:

‘’Mehmedim sevinin başlar yüksekte!
Ölsekte  sevinin eve dönsekte!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte.’’ 

‘’Yarın elbet bizim elbet bizimdir.
Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir.’’

Bu şiir hapishanede yazılmış. Üstat halinden şikayetçi değil, dünyaya takılmıyor, ötelere ulaşıyor, gerçeği görüyor;  belki bunların gelip geçici olduğunu biliyor, üzüntü çekmediğini anlatıyor, yakınlarının da  üzülmemesini, dahası sevinmelerini, bütün bunların bir yerde sevabı karşılığı bereketi olduğunu, yarın onların hepimize verileceğini haber veriyor.

Ulvi gayesi sebebiyle girdiği hapishanede uzun müddet kalmış bir mağdur ;  2021 yılında bir televizyon kanalının 28 şubatla ilgili bir programına  konuk oldu. Özetle şunları söyledi:

 ‘’Bu bir yazıdır nereden geldiği belli, artık sabretmek gerekir diyerek, teslimiyeti ön planda tuttuktan, İnancımızın kurtuluş sebebimiz olduğunu bildikten, halimizden şikayetçi olmadıktan ve nefsin şeytanın isteklerini tekliflerini geri çevirdikten sonra, hapishane nedir ki,  niye üzüleyim, gam keder çekeyim.’’ diye halini ifade etti. 

Aslında ‘’İmanı olanın düşmandan, işsizlikten, açlıktan, fakirlikten, hastalıktan ve buna benzer başka şeylerden korkması bir bakıma cahillik alametidir.’’ diye bilgi var. İnançlıların imanı, ihlası,  tevekkülü, kendileri için  sürur ve sevinç sebebi olduğundan, onlar dünyanın halleri için  gam keder çekmezler; işlerine çalışmalarına devam ederler de sonra dünyaları da düzelir gider.

 Büyüklerden birine: “dünyadan çekilmek, değer vermemek nasıl olur?” diye sorarlar: ‘’Elindeki imkana, paraya, mala, emlaka, dünya hayatını garanti edeceklere güvenmeyip; Allah’ın verdiği rızka imkana güvendiğinde dünyada çekilmiş olursun. Tasalanmazsın. Hani Allah rızka kefildir, sana kifayet edecek miktarda rızık zaten sevk edilir; yorulmadan alırsın. Eğer rızık endişesi ile zorlanır, acele edersen, fazlasını istersen, meşru olmayan yerden   yine aynı rızık gelir de o zaman aldanmış olursun.’’ diye cevap verir.

 Hz. Ali’den nakil gelen bilgide ise; “Bir kimse Allah’ın verdiği az rızka razı olursa, Allah onun az ameline razı olur” der; demek ki rızkına kanaat ile, helali tercih ederek, haramdan çekinen kimseler sağlam, gönlü şen, rahat olanlardır. Onlar elinde olana sevinmezler, fırsatını kaçırdığına da üzülmezler. Anlaşılması gerekli olan şudur ki: İmanı, inancı ile, Allah için çalışan hizmet eden ve hizmetten sevinç duyan kimseye de bütün mahlukat hizmet etmekten geri kalmaz. Gözü Allah ile şenlenen kimseyi yaratılmış herkes sever.

Allah kalbe gönüle bakar. Edepsizin arsızın utanmazın gönlü temiz olmaz, pistir mülevvestir. Kalpteki gönüldeki kötü şeyler tevbe ile çalışma ile temizlenir düzelir. Bir bilene tabi olup itaat etmekle ancak göz gönül şenlenir. Eğer sevgi insanı yerinde durduruyorsa, gaflete düşürüyorsa bu Hak sevgisi değildir.  Hak sevgisi mintarafillah verilir ve hak sevgisi birinin kalbine yerleşmişse, işte o sevgi tatlı bir duygudur. Kulluğunda şevki gayreti başarısı nispetinde Hakk’ı sever, ufku açılır, yerinde duramaz, hizmete itaate koşar.

Büyüklerden bir efendi; ‘’ İnsan üç şeyi canını, bedenini, malını sever de, ancak onlar onların değildir ki.’’ der: Can Allah’ın, onu verdi alacak;  bedeni dünyadan onu toprağa gömecekler; malı da kendinin değil, onu mirasçılar taksim edecekler. Sonra eğer kim dünyada sıkıntılardan kurtulmak rahata kavuşmak istiyorsa, burada sıkıntıdan kurtuluş ve rahatlık yoktur. Ancak dünya ahiretin tarlasıdır. bilir candan gönülden eker uğraşır gayret ederlerse ahirette rahat ederler.

Göz gönül şenliği zenginliktendir. Zenginliğin iki manası vardır derler: Birisi mal mülk para sahibi olmak, diğeri de tok gözlü engin gönüllü ve kanaatkar olmaktır. İşin aslını esasını bilenler dua ederler; Rablerinden, hidayet takva iffet ve gönül zenginliği isterler. 

Tok gözlü kanaatkar olanlar zaten zengindir, işte istenecek zenginlik budur. Hani herkes bu hususlarda hassas da, bunun aslı esası şöyledir derler: ‘’ Kim veriyor da alıyorsa o erenlerden sayılır. Veriyor da almıyorsa o yarımdır, arada nefsini görüyor almıyor  kibirleniyor. Kim ne alıyor ne veriyorsa o sinek gibidir, onun kıymeti yoktur.’’  Galiba siz yeri gelince  alıverin veriverin, büyüklere uymaya çalışın, nefse uymayın kibirlenmeyin  deniliyor.

“La talebe, vela red, vela israr” diye de ifade edilen bir kurala göre: Evvela kimseden bir şey  istemek yok, ancak kime istemediği halde meşru olan bir şey verilirse o da reddedilmez. Eğer kendisine verileni almıyorsa ona da ısrar edilmez. Bunlar takvadan sayılmaktadır. Takvadan değerli bir azık, sükuttan daha değerli bir tutum, cehaletten daha zararlı düşman, yalandan daha öldürücü hastalık yoktur. Güzel ahlakla hallenmek gerekmektedir. Bu da ezaya sabır, sükunete devam, güleç yüzlü ve tatlı dilli olmakla mümkündür. Güzel ahlakın bir diğer ifadesi dünyadan nasibi olana razı olmak, nasibinde  olmayanın peşine düşmemektir.

Burada Dağıtımı gonca yayınevi tarafından yapılan H.Hasib Efendi ve H. Aziz efendi isimli kitaptan bir hatırayı  naklediyoruz: Müstesna huzurlu bir ortamda Yörükzade ye bağlı ailenin takva sahibi oğlu bizim hemşehrimiz İstanbul’da Teknik Üniversite’de talebe iken, yurtları Gümüşsuyu’ndan her hafta saraçhaneye  Aziz Efendi’ye geliyor ve bir hatırasını anlatıyor:

Bir gün öğle namazından sonra bir arkadaşla Efendi Hazretlerini ziyarete geldik. İçeri girdik. Sohbet odasında Efendi ile oturuyoruz. O sırada arkadaşım bana yavaşça bir espri yaptı ve güldü, ben de gülmeye başladım. O kadar ki gülmekten kırılıyorum. Bir ara baktım Efendi de bana bakıyor, o esnada Efendi’nin gözleri büyüdü, öyleki sanki bütün yüzü göz oldu. Ben fena halde mahçup oldum ve korktum. Dışarı çıktıktan sonra kendi kendime “Efendiyi böyle üzmeye hakkım var mı?” dedim ve bir daha  gelmeyeyim diye düşündüm. Bu düşüncelerle Fatih Kaymakamlığı önündeki parka kadar geldim ve kanepeye çöküp kaldım. Bir yandan da ağlıyordum, aklımdan çeşitli fikirler geçiyordu.

Acaba başka bir efendiye mi gitsem? Kime gidebilirim? derken ikindi ezanı okundu. Dülgerzade Camiinde namazı kıldım. Tekrar gelip aynı kanepeye oturdum. Kendi kendime konuşup duruyorum. Derken akşama yakın tanıdığım ağabeylerden biri önümden geçti, belli ki ilerdeki evine gidiyordu. Önce beni görmedi, sonradan fark etti, döndü geldi, selam verip yanıma oturdu.

Şüphesiz benim o saatte orada oturmamı garip bulmuştu. Ne olduğunu sordu. Ben önce biraz geveledim, bir şey yok falan dedim sonra O lafı ağzımdan aldı ve durumu anlatmak mecburiyetinde kaldım. Onun üzerine bana “Sen haklısın ama tabi gülmenin de bir usulü adabı vardır” dedi ve devam etti: “Gel şöyle yapalım, Zeyrek Camii’nde akşam namazını kılalım, Efendi camiden çıkarken malum şekilde sırada durduğumuzda önümüzden geçerken sana özel olarak işaret edip ‘’Sen içeri gel.’’ derse, seni affetmiş demektir. Bu iş biter, içeri girersin. Yok bir şey demeden ve herkesi kastederek buyurun diyerek camiden çıkıp bahçe kapısından içeri girerse eğer sen içeri giremezsin, istediğin yere gidersin” dedi.

Ben bu teklifi olumsuz görmekle beraber sırf ağabeyin hatırı için kabul ettim. Akşam namazına Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii’ne gittik. Efendi namazı kıldırdı. Namazdan sonra o ağabey Efendi’ye bir işaret yapar mı diye onu gözetliyorum. Namaz çıkışında bermutad kapıya yakın sıralandık. Efendi’nin çıkmasını bekliyoruz. Efendi hiçbir şey söylemeden önümüzden geçip bahçe kapısından girdi. O anda ben yanımda duran o ağabeye baktım; titreyerek ağlıyordu. Tabiatıyla bu beni kaybetmenin üzüntüsüydü, derken bahçe kapısı tekrar açıldı, Efendi geri döndü ve bana işaret ederek “Sen içeri gel,” dedi. İşte giriş o giriş, bir daha ölünceye kadar hiç ayrılmadım. Ve beni o badireden kurtardığı için de o ağabeye minnettarım ve ölünceye kadar da minnettar kalacağım.

Bu hatıra takva sahibi bir büyüğümüzün huzur sürur hali sürüp giderken istenmeyen bir durum sebebiyle bütün bunlar sona ermekte iken, bir ağabeyin yardımı ile sonu mesut biten olaydır. 

Sürurun bir başka alt yapısı sadaka ile sılayı rahimdir. Kim sadakada verme kapısını açarsa ziyade edilir, yani bereketi olur. Bunlar gönülle ilgilidir. Acize güçsüze hısım akrabaya  ihtiyaçları olana verenin, onları gözetenin, onları bir parça da olsa rahat ettirenin kendisine   huzur sürur verilir.  Aslını  bilerek usulü ile verenin bir şeyi eksilmez, kendisine bolluk bereket kapısı açılır. Anaya babaya saygılı olmak ve  onları sevindirmek de  mutluluk sebebidir. Ana babanın evlada hoşnutluk ifade eden bir bakışla bakması ise  evlat için büyük bir manevi kazançtır.

Dünyanın halleri pek çoktur, hayat biteviye sürüp gitmez, inancı zayıf olanlar kazadan beladan kurtulamazlar. Hayır olmayan şeyler kişiye kusurundan ihmalinden gelir, ezadan cefadan kurtulamazlar. İnancı sağlam olanlara da bela yetişir de, ancak kimseye çekemeyeceği bela gelmez.

Önemli olan kaza bela önlenebilir de, öncesinde dua edilirse,  sadaka verilirse,  bir de göz yaşarması ile kaza bela önlenir diye bilgi var. Samimi gözyaşının damlasına paha biçilmez, nasıl göz yaşarırsa işte onun da bilinmesi lazım; yetimin öksüzün başını okşasın,  çevresindeki hastayı güçsüzü ziyaret etsin,  imanlılara yapılan zulüm ve haksızlığı görsün, ne yapacaksa gözünden küçücük bir yaş indirmeye baksın, rikkatli duygulu sevecen olsun.

Kazanın belanın ekseriya herkesin kendi hatasından günahından geldiği bilinmektedir. Ancak günümüzün insanı cüretkar kayıtsız ve sabırsız olduğundan, başına büyük küçük bir şey  gelirse bir kazaya uğrarsa hüzünlenir gamlanır kederlenir  ve şaşırır,  ancak bir  düşünüverse  muhtemelen onun nereden geldiğini anlar, çaresine bakar, birde tevbe eder, sabreder, durumunu düzeltirse eğer, kendisini bir şekilde affettirir ve derecesini yükseltir.

 Kim dünya ile güreşmeye kalkarsa dünya onu yener. Kim dünyaya dalarsa oyalanır ahiretine zarar verir, aldanır. Dünya hayatı geçicidir. Hedef ahirettir. Dünya çalışma yeri, imtihan yeri, ahirete hazırlık yeridir. nefesler sayılı derler, tamamlayana ölüm gelir, ölür gider de herkes de tabii karşılar. Çünkü ölüm doğaldır.

Hani ihtiyarlar sıra sıra gençler ara sıra ölüme gidiyorlar. İşte bu dünyadan ayrılmak  oluyor. Fakat dil ölüm getirmez. Biz onu yeri gelince hesaba katalım,  zira kabrin günde yedi defa “ Ey zayıf adem oğlu; bana gelmeden önce hayatında kendine merhamet et ki, bende sana acıyayım ve bende  sürura nail olasın.” dediği ile ilgili bir hadisi şerif bulunmaktadır.

Sürur sevinç meserret inançlılarda, Kafirin münafığın küfrü inkari nifakı ise başının belasıdır. Onların din ile iman ile bir ilgisi bulunmadığından; olumsuz hallerinin karşılığını hemen görürler de yine burun doğrusuna giderler, onlar vicdanını sağduyusunu kör etmişlerdir.   Bildikleri temel kuralları bile göz ardı ettiklerinden faturasını; sağlığı ile varlığı ile çevresinde toplanan  gayri memnunların çoğalması ile öderler, en  sonunda gelecek olan felaket o ayrı. 

Elbette batıdaki ülkelerde toplumu oluşturanların bozulmuş da olsa dini  kitabı varda, küfür inkar içinde bulunuyorlar;  aralarında istisna olan, fıtratını koruyan,  güzellikleri yaşayan, vicdanının sesini dinleyenler olmaktadır. Bunlardan islamın hak din olduğunu görerek onu kabul eden niceleri mümin olmuşlardır, aralarında alimler papazlar sanatçılar da bulunmaktadır. 

Zorlamasız reklamsız ve davetsiz olduğu halde onların islamı seçmeleri, bizim inancımızın ilahi olduğunun kesin delilidir. Kimi batı aydınlarının; ‘’İslami kuralların batının tekniği ile yoğrulan zihinlerle uyuşmasının mümkün olmadığı şeklindeki gülünç kanaatlerine’’; kendilerinden  müslüman olanların durumu  gerçek bir cevaptır.

Müslüman olan İngiliz  S.W. Lovegrove ‘’ Habibullah’’ kaleme aldığı ‘’What is islam’’. ‘’İslamiyet Nedir.’’ isimli eserinin başında: ‘’ Sade saf, akla ve mantığa zarar  vermeyen tatbiki mümkün Bir din arzuluyorduk. Örnekleri ile hayatın bütün muhtemel hadiselerini ve zaruretlerini karşılayacak hükümler,  güçlüklerimizin çözülmesinde rehber olacak emirler ve talimatlar istiyorduk. İşte bizim islamda bulduğumuz budur. Daha başka yerlerde boş yere arayıp durduğumuz huzur ve teselliyi onlarda bulduk.’’ diyerek tesbitlerini ifade etmiş. Eserinin içinde doğru kaynaklardan İslamın   temel kuralları ilgili bilgiler vermiştir. 

 Alman Dr. sigrid Hunke’ ise  ‘’Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi‘’ kitabının başına Goethe’nin ‘’ Akdenizin üzerine doğru uzanan şark ne muhteşemdir; Hâfızı seven ve tanıyan, calderon şarkılarını bilendir.’’ dizesini alarak başlar ve batıda bu çağda etkileri hala sürmekte olan islam kültürünün etkilerini birer birer açıklar;  Müslümanların Batı ile  yedi yüz elli yıl kadar devam eden yakın komşulukları sırasında dünyanın kültür nakleden bir önemli camiası olduğundan sitayişle bahseder. 

Biz bu bölümde  sürurla ilgili olarak batılıların inanç durumu hakkında; avrupa’da türk işçileri için düzenlenen konferans metinlerinden ve Nesil yayınlarından çıkan Vehbi  Vakkasoğlu’nun, ‘’Yaşadığım Avrupa‘’ kitabı ve diğer kaynaklardan faydalanarak özet bilgi  naklediyoruz. 

Batı dünyasının önemli özelliği çıkarcı olmasıdır. onlar menfaatine düşkündürler, anasını babasını eşini ve çocuğunu kimseyi düşünmezler. Ekseriyet  kendine vücuduna önem verir ve rahat yaşantıyı temin edecek her çareye başvurur. fakat bedenini rahat ettirdiği ortamda çok şeyi ihmal ettiklerinden; ruhları huzura hasret yaşamaktadırlar. Dünyevi açıdan her şeye sahip oldukları halde, umutsuz ve yalnız kalmışlardır. bu süreçte bir adım daha ileri giderek birde  alkole uyuşturucuya benzeri çılgınlıklara kendilerini kaptırmakta olduklarından artık güçlerini kaybetmektedirler.

  Batı ülkeleri denilince daha çok avrupa ve kuzey amerika’daki zengin ülkeler akla gelmektedir. Bunların çoğunda değer yargıları tahribata uğramış alt üst olmuştur. Dolayısıyla toplum maneviyatını yitirmiş,  bir  ruhi başıboşluğa sürüklenmiştir. Manevi krizden şehri cemiyeti  ailesi kadını  erkeği olumsuz etkilenmiş, dünyaları da perişan olmuştur. Kendi  ifadelerine göre onların dinleri örf adetleri  namuslu kalmayı emrettiği halde;  batıda aileye bağlı kalarak ve namuslu olarak yaşayanların sayısı günden güne azalmaktadır.. 

Batıda çocuk da gereksiz görülmektedir. aileye bir yük ağırlık olarak algılanmaktadır. Kendileri çocuk yerine köpek vesaire gibi oyalanacak bir şey edinmeyi tercih etmektedirler. Köpeği sevmektedirler, onlarda köpek sevgisi bir önemli özelliktir. batılıları köpeksiz düşünmek mümkün değildir, oralarda özel köpek kurumları veterinerleri berberleri yoğun olarak vardır. Marketlerde köpek kedi mamaları gereçleri satılır. Doktorları onlara köpeği ilaç olarak da tavsiye etmektedir, bilhassa emekli olanlara reçetelerinde oyalanmaları için  köpeği yazmaktadırlar. Belediyelerin şehirlerin temizliği sırasında topladığı köpek pisliği tonlarla ifade edilmektedir

Batı gençliğinin, manevi ruhi ulvi duyguları sıfırlanmaya doğru gitmektedir. Gençler adeta düşünmeye üşenen, belli duyularla ilgilenen, nebati bir hayatı tercih eden bir kesim olmuştur.  Onlar  yalnız maddiyatla ilgilenmekte, zevk ve lezzet peşinde koşmaktadır, zamanını ağırlığı olmayan şeylere harcamakta, fıtratını gücünü boş yere tüketmektedirler.

Artık batılı gençler yetişkinler inancından kopmuş azmini yitirmiş olduğundan tek başına kalmışlardır… İhtiyarları ise bırakıldığı huzurevleri, yaşlılara her türlü refahı sağlamakta olduğu halde, onlar kalplerinin  gönüllerinin çok aradığı sevgi, saygı ve dostluğa hasret kalmakta ve  gözlerinin özlemini çektiği bir ziyaretçisinin güler yüzünü göremeden dünyaya veda etmektedirler. 

Batı insanının en büyük derdi galiba zayıflamaktır. Her yıl nice paralar incelmek zarif olmak uğruna harcanmaktadır. Çünkü batılı boğazına düşkündür, damak zevki aramakta, yiyeceklerine önem vermektedir, hem de diğer ülkelerin kaliteli ürün ve mamullerini tüketmekte ve kötü bir israf örneği sergileyerek oburca yemektedir.  Batı sadece yiyor mu? İçiyor da! Hatta içmek için yemekte. Yolda, evde, iş’te, durakta, parkta her yerde sallanan yalpalayan insanların elinde bira şişesi; bira su yerine içilmektedir. Onlara göre içki sayılmayan bira, bu defa diğer içkilerle takviye edilmekte, arkasından uyuşturucu ve sonrasında çözüm de yok. İşin aslını esasını bilen, kendi bilim adamları anlatıp uyarıp duruyorlar da; artık bu süreçte onların sesleri çok kısık çıkmaktadır.

Batının durumu bu olduğu halde, gelişmekte olan ülkeler gibi bizde hala her hususta batıyı örnek almaya devam ediyoruz,  Sporda da; kendimizde ne varsa bir kenarda kalıyor, futbol basketbol voleybol başta olmak üzere  branşları tanıyoruz ve çok seviyoruz. Hani onlar sporla ilgileniyor taraftar oluyor takımlarını alkışlıyor tezahürat yapıyorlar diye, stadyumları  spor salonlarını dolduruyoruz,  tezahüratı onları örnek alarak yapıyoruz, gözümüz batıda, onları izliyoruz ve bilhassa böyle ağırlığı olmayan konularda onların gerisinde kalmak istemiyoruz.

Bir dünya kupasında batılı taraftarların kendi takımlarına destek verirken, tezahürat yaparken sergilediklerini televizyon kanalları  içeriğine bakmaksızın canlı olarak veriyor. Bizim entelektüel takımı  bunları kaçırmadan izliyorlar, sonucunda çok şeyden habersiz oğlumuz kardeşimiz ve çevremizde olanlar gördüklerini örnek alıyorlar.

 Vaktiyle dünya futbol şampiyonasını izleyen  bir spor adamının makalesinden avrupalı seyircilerin tribünlerde  yaptıklarının detayından bilgi ediniyoruz. Anlatılanlardan:

Önce İngiliz holiganlarının başlattığı, sonra Alman dazlaklarının ve İşkoçyalıların Belçikalıların Hollandalıların italyanların  Stadyumda takımlarının taraftarı olarak kuralsız ölçüsüz tezahürat yaptıklarını anlıyoruz. Onların bulunduğu yerlerde alkol, pislik, rezalet, kavga , kan ve terör  görüldüğünü; takımlarını izlerken taraftarların kaba saldırgan sarhoş gürültücü tutum içinde olduklarını. Hani mecburen aralarından geçmek zorunda kalanların onlardan  korktuklarını   öğreniyoruz.

Onların stadyuma maç seyretmeye eğlenmeye değil, nara atmak bağırmak hakaret etmek ve aşağılamak için geldiklerini; görüntüleriyle dehşet saçtıklarını ve oturdukları yerlerin içip içip attıkları bira şarap viski  şişeleriyle dolu olduğunu,  her tarafın pislik içinde leş gibi bırakıldığını,  maç bitiminde ayrılan taraftarların ileri derecede sarhoş olduğunu ve maç yapılan o gün şehrin kesif bir şekilde alkol  koktuğunu ibretle okuyoruz.

Bizde milli maçlara, yabancı takımlarla yapılan maçlara daha çok ilgi var, Sporla ilgilenmeyenler bile yolda çarşıda pazarda  dükkanlara girip  çıkarken evde otururken stadyumda maç seyredenlerin ne yaptığını görüyor, ilerisini de tahmin ediyor, demek ki  spor severler bunları normal karşılıyor. Onları örnek alıyor,  bozgunculuk yapmaktan çekinmiyor.

Neyse dikkat edilirse onlarda bir şeyler eksik ve en önemlisi nefsi batılılar bilmiyor. Avrupalılar, amerikalılar, ingilizler nefsi gereği gibi tanımıyorlar. Onun için ekseriyet nefsinin esiri. Sadece nefsi emretti canı istedi diye, kapris yapıyorlar, gaddarlık ediyorlar, sadistlik içindeler ve çok kötü şeyler yapıyorlar.  Bizde yaptıklarını endişe içinde izliyoruz, çünkü bizimde takımlarımız var, stadyumumuz, spor salonlarımız, taşkın sarhoş seyircilerimiz var,  Görüyorlar iyi bir şey sanıyorlar taklit ediyorlar, daha ilerisine giderlerde kendilerini helak ederler diye korkuyoruz. 

Hani oralar küfrün egemen olduğu yerler. Park cadde meydan alkol kokmasa da temizlikler  tam değil,  orada çehreler kara, herkesin yüzünde meçhule doğru gidişin manasız karışık biraz da endişeli gölgesi gözleniyor. Nedense onlar tebessümü de tam olarak beceremiyorlar.

Hani Dünya tatlıdır zevklidir hoştur sevimlidir insanın gönlünü çeliyor, aklını başından alıyor ve onlara kendisini sevdiriyor. Ancak dünyanın güzellikleri çoktur da; kim bunları elde etmek isterse, bu istek hemen arkasından bir takım yanlışlar yapmasının temeli olur. Derken ben şu parayı kazanayım, şu mevkii elde edeyim, ondan sonra istediğimi yaparım diye bir sürü yapılmayacak şeyleri dünya sevgisinden yapar. Sonrasında yaptıklarının sorumluluğu vebali üzerinde olduğu halde göçer gider.

Batılı kime neye  taraftar olacağını bilmez, hani izinden gidiyor ya şeytanın da taraftarıdır dostudur, bir dediğini iki etmez. Ancak şeytanın huyu çok kötüdür, dostlarını felakete götürüyor ya onlara da acımaz. Batılının kafası karışık olduğundan işin sonunu bilemez,  akıl erdiremez, şeytanın süslediğini  vesveselerini dinler; nefsin istek heves ve şehvetlerine değer verir.  İyiyi kötüyü ayıramaz,  artık kötü şeyler yapar ve şeytana uyanlar gibi eninde sonunda  mahvolur, nefsinin peşinden gidenler de zarara uğrar; öğrenci ise başarısız olur, işadamı ise işini kaybeder, aile reisi ise ailesini idare edemez, sağlığından olur, artık ayyaştır bağımlıdır, işleri tersine gider. Toplumlarının başına dert olurlar.  

Halbuki  sürur; ümranın irfanın saadetin edebin ahlakın saygının sevginin meyvesidir, ancak  batıda bu değerlerin esamesi okunmaz. Yinede müstesnası vardır, takdir edeni eksik değildir.  İşte batıdan ibretli bir sürur hikayesi… 

Köln yakınlarında bir türk işçisi çalışıyordu. Bir ara işsiz kaldı, iş aradı. Bu defa kendisine uygun rahat bir iş buldu. Eski tripleks üç katlı villasında yalnız yaşayan ihtiyar bir alman hanımına hizmet edeceklerdi, hem onun bahçesini tanzim edecekler, ağaçlarına çiçeklerine bakacaklar hem de villanın alt katında oturup onun özel işlerini göreceklerdi.

Böylece işsizlikten evsizlikten kurtuldular kolay bir iş, rahat bir ev onları yaşlı kadına iyice      bağladı. Adeta aile gibi oldular. Çocukları onun etrafından ayrılmıyor ona büyük anne  diyorlardı. Yaşlı alman’da bu aileye kendi öz ailesi gibi ısındı ve sahip çıktı, siz benim manevi oğlum kızımsınız çocuğumsunuz derdi.

Zamanla bizim adetleri de öğrendi, bayramlarda kandillerde müminlerin yaptıklarını yapar, bahçıvanı olan aileyle büsbütün kaynaşırdı.  Bu karşılıklı sevgi ve saygı giderek pekişti,  birlikte gerçek bir aile havasını karşılıklı yaşadılar ve Nihayet bir gün yaşlı hanım vefat etti.

Bizimkiler kendi öz anneleri gibi ilgilendiler ağladılar üzüldüler. Derken bu üzüntülerinden  kısa bir süre sonra bir sürprizle karşılaştılar. Yaşlı alman kadınının kendilerine bir teselli sunduğunu öğrendiler; meğer bu hanım vefatından önce sahibi olduğu villayı, bodrumda oturan bahçıvan aileye bağışlamış ve vasiyetinde bağışının gerekçesini ifade etmiş: “ Bana hayatımın son yıllarında gerçekten evlatlık yaparak aile saadetini tattıran bu insanlara çok şey borçluyum, onlardan aldıklarım yanında bu ev küçük kalır,  ama evimi onlara bağışlıyorum.” diyerek açıklamıştır. 

Sürur ortamında yaşadığı kısacık ömrünü değerlendiren duygulu hanım,  kendileri ile  mutlu günler yaşadığından villasını onlara bağışlamış;  mutluluğuna  göre ancak küçük bir karşılıkla onları ödüllendirmiş olduğunu ifade etmiştir.

Mevla isteyeni dua edeni karşılıksız bırakmaz; evet der istediğini verir, hayır der daha iyisini verir, bekle der en iyisini verir. Az isteyene az verir çok isteyene çok verir ve istemeyene ise  gazap eder. Bir hadisi şerifte ise Küçük büyük ihtiyaçlarınızı isteyin; hayır isteyene hayır verilir kim şerden uzak durursa kendisi min tarafi lillah korunur diye bilgi bulunmaktadır..

Dua edelim çalışalım; biraz da dünyayı ahireti düşünelim, yalnız dünyayı düşünmekle kalmayalım.  Ahiretle ilgili bilgide edinelim, oranın bizim ebedi mekanımız olduğunu bilelim, haşrini sırat köprünü, hesabını mizanını, cezasını mükafatını anlamaya çalışalım ve gözlerin görmediği kulakların işitmediği güzellikte olan mükafat yeri için gayret edelim. Bakarsın bir samimi gayret önümüzü açıverir, hayatımıza anlam gelir,  maddi manevi tatmin oluşur, sevinci huzuru tadarız.

 Herkes bunu takdir edemiyor. Ancak mevladan bir koklam marifet  verilmesi lazım ki; kişi ahireti bilsin kavrasın anlasın, işte bunun için istenecek yerden marifetten bir parçacık istemek lazım, bu da dünyadan dünyadakilerden hayırlı oluyor.  

Burada Hazreti Ali’den bir tavsiyeyi aktarıyoruz.

’’ Ey Allah’ın kulları dünya hayatı sizi aldatmasın; dünyayı belalarla çepeçevre kuşatmıştır,  fani olması ile maruftur, aldatıcılığı ile meşhurdur,  oradaki her şey yok olmaya mahkumdur. dünyada sürüp giden  bir mücadele el değiştirme vardır, kimse dünyanın şerrinden emin olamaz,  bakarlar bolluk refah sonra bakarlar başlarına sıkıntı bela gelmiş ve dünya onları aldatmış.’’

Dünya budur; kim kendisine dokunan musibetlere feryat ederse, onun musibeti dünya musibeti olmaktan çıkar ahiret musibeti olur. Bela istenmezde  bir bela musibet gelirse, ona da sabretmek gerekir.

Birde sururi daim vardır.  Böylesi sürur ariflere ermişlere seçilmişlere hastır. Onlar katiyen elem keder çekmezler, müteessir olmazlar, her şeyin aslını bilirler. Şer ile karşılaşsa bile, ‘’Şerleri hayr eyleyen’’ Mevlayı biliyorlar ya, üzüntü gam bilmezler. 

Sürur’un kaynağı iman inanç ihlas samimiyet… Bayramlar sürurun zirve çıktığı  günler… Müminin bayramları ramazan bayramı, kurban bayramı ve cumadır. Ancak bir hadis-i şerifte: ‘’Bayramlar içinde cuma’dan daha efdal bayram yoktur. O gün kılınan iki rekat namaz, cuma dışındaki bin rekattan faziletlidir.’’ bilgisi bulunmaktadır.

Öyleyse bizde o günlerinin hakkını vermeye çalışalım;  en faziletli olan cumanın bize her hafta geldiğinin farkında olalım, cuma için hazırlanalım, bildiğimize bilmediğimize selam verelim, eşi dostu yoklayalım, cemaat arasında bulunalım, cuma ortamını teneffüs edelim,  o güne olumlu bir katkımız olsun, bereketinden hisse alalım, cumayı boş geçirmeyelim, geldiği gibi elimizden uçup gitmesin.

Hülasa eğlenmesek oyalanmasak, şımarıklığımız varsa bıraksak,  kurallarımızın hudutlarını kırmızı çizgilerini aklımızdan çıkarmadan çevremizdekilerin gönlünü neşe ile doldurma onları sevindirme  çabasında olabilsek, galiba işte o zaman huzuru tatmini bulabiliriz

vesselam. 

 

0 cevaplar

Yazara mesaj bırak

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.