Yağmurun sözlük manası; Gökyüzünde su buharının yoğunlaşması ile oluşan ve yeryüzüne tabii su olarak düşen yağış, bereket ve rahmet.

Bereket de; bolluk, çokluk, feyiz, Cenab-ı Hakk’ın lütf-u ihsanı;  yağmur, uğurluluk, meymenet ve saadet anlamında…

Rahmet ise; merhamet etmek, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemektir.  mecazi manası ise yağmurdur.

İşte yağmur; Cenab-ı Allah’ın her şeyi içine almış,  kuşatmış, istila etmiş sonu olmayan  bir rahmetidir ki; mesela anaların yavrusuna şefkati işte bu rahmet deryasından bir katredir.

Mevla yüz parça rahmet yaratmış, bir tanesini yere indirmiştir ve bununla insanlar,  diğer canlılar birbirlerine merhamet  ederler, kuşların, vahşi hayvanların, diğer canlıların yavrularına acıması merhamet etmesi de bundandır.

Yaratanın dünyayı hayata elverişli bir hale getirmesi, yağmur yüklü bulutlardan rahmet yağdırması iledir, insanlar için hububat, sebze, meyve; hayvanlar için yonca  çayır diz boyu ipek gibi mütenevvi otlar meralar bitirmesi de O’nun  rahmetindendir.

Gökten su indirip onunla ölümünden sonra yeri dirilttiği yağmurla; daneler bitkiler, sarmaşlaşmış  bağlar ve bahçeler bitirir meydana çıkarır. Hiçbir gün ve gece yoktur ki yağmur yağmasın  mümkün değil, gökten iner Allah-u Teala onu istediği tarafa yöneltir.

Anadolu’da yağmurun ne demek olduğunu herkes bilir, yağmur yağmazsa eğer; kimi üzülür ne yapsın, arar bekler dua eder, yağmur ister. Çocuklar kalabalık onlar evde sokakta dışarıda konuşulanlardan yağmurun bir nimet rahmet  olduğunu anlamışlardır,  Yakın geçmişte her çocuk sokakta evinin önünde, kız çocukları evde avluda yaşıtları ile oynarlardı; bu sırada güneş çekilir hava kararırsa yağmuru gözlerler, damlalar düşmeye başlayınca heyecanlanırlar, sokaktakiler yerlere küllenir yuvarlanırlar,  ıslanıncaya kadar sevinç çığlıkları atarak oynarlar, evlere duyuyurlar sonra yağış hızlanınca bir kenara çekilir, ağız ağıza verirler; 

“Bahçede çamur, teknede hamur, ver Allah’ım yağmur, gani gani ver” diye çığrışırlardı. 

İlkbaharda nisan ayında yağmur yağdığında, evlerin damlarındaki oluklar işleyince, kimi elinde bir su kabı veya tencere ile oluklardan nisan suyu doldurur. Bunu şifa ilaç, bereket bilirler, içerler, saklarlar ve ikram ederlerdi.

Kuraklık olursa, yağmur yağmazsa  eğer, Allah çiftçinin, köylünün, şehirlinin yüzüne bakmazsa, bunlar bahçeyi tarlayı  nasıl sulayacak? Ektiği gözlediği beklediği kendisini borçtan dertten kurtaracağını umduğu harmanı hasılatı nasıl kaldıracak, neyi satacak ne ile alışveriş edecekler? Yağmur yetersiz yağarsa pancarın ne kadarı kurtulacak, buğdayın, arpanın, yulafın, çavdarın ne kadarı yetişecek, mera nasıl yeşerecek işte o belli olmaz. Oysa esnafın, tüccarın kazancı da toprakta, onlarda gökyüzüne bakıyorlar.

Yağmur hayatı filizlendirir ve toprağı canlandırır, ihya eder. Saf rahmete, yağmura dünyanın  her zaman ihtiyacı var. Tüccarın esnafın ziraatçının rençberin  tarlası bahçesi olanların ve toprağı bile olmayanlar dahil  herkesin yağmuru gözlemeleri, yağmazsa duaya çıkmaları boşuna değildir.

Yağmur vaktinde ve yeterince yağarsa, ekinlere kımıl süne, pancara kurt düşmezse, Allah çiftçiye, köylüye, rençbere bol mahsul verirse, işte o zaman onlar da çarşıya, pazara akın edecekler. mahsulü satacak, İhtiyaçlarını alacak, borçlarını ödeyecekler, ekonomiye önemli katkıda bulunacaklar.

Günümüzde  yeterli yağmur yağmadığında; medyanın pek üzüntüsü olmaz, bildiği gibi hava raporları yayınlamaya devam eder.  Onun yağmur gecikti diye bir derdi yoktur, sadece turizm sektörünü yerli yabancı turistleri bilir,  hafta sonu piknik yapacak kitleyi düşünür, cumartesi pazar günü hava açık  güneşli ise onu müjdeler.  

Bir kesim ise kuraklık olabileceğini anlamıştır, onlar toprakla uğraşıyor, tarla bahçe mera ile ilgileniyorlar. Tohum ektiler filizlenecek,  hayvan  besliyorlar hayvanlar sabah çıkıyorsa akşam doyup gelecek, ancak yağış eksik,  merada ot yetersiz ise bir endişedir başlar.  Tüccar esnaf  çarşıdakilerde ve barajlarına su dolması, her yere su vermesi lazım  belediyelerde topluca bir arayış içine girerler. Ne yapalım diye çare ararlar. 

Bari yağmur duasına çıkalım demeye başlarlar. üçü beşi gider ilgililere anlatırlar, toprak susuzluktan çatladı hayvanlar meradan aç dönüyor dua edelim yağmur isteyelim derler anlatırlar bir şeyler yapalım isterler.  nihayet bir yerde camide veya açık alanda dua etmeye karar verirler ve ilan ederler.

Herkes zaten takip etmektedir, haberleri olur,  neticede mesela cemaat açık alanda dua edecekse orada toplanır, önceden pilav hazırlanmıştır, herkese ikram ederler. sonra yakın çiftliğin koyunları meradan gelir bir tarafta muhafaza edilir.  Yağmur duası başlar, elleri yere doğru Allah (cc) a dua ediyorlar, aminlerin heyecanı arttığında, bu defa o çiftliğin  kuzuları da karşı tarafa getirilir,  koyun kuzu meleşirler.  Ana kuzusunu gördü, kuzuda anasını gördü ve buluşamıyorlar, meleşmenin dozu artar. cemaat hassastır gözleri  yaşarır dolar, hıçkırıklar ağlamalar  başlar derken  aminler değişir, yalvarış yakarış olur ve fatihadan önce veya sonra  yağmurdan bir nasipde alınır.

Şehirlerde yağmur duası daha kolay ilgililere haber verilir. ilan edilir. zaten ekseriya cumaya denk getirilir, cuma günü duymayanlar hutbeden öğrenir, cuma namazının farzından hemen sonra yağmur duası ediliverir. Hepsi bu.

Bilindiği gibi büyük şehirlerde barajlarda bulunan su miktarı hergün ölçülür tespit edilir. Vaktiyle 1994 yılında İstanbul’un barajlarında su seviyesi iyice düştüğünde ve şehirde su kesintileri sürüp gittiğinde, vatandaşların  yetkililerden ‘’Hiç olmazsa haftada bir gün su verin ona da razıyız ‘’  demeye başladıklarında; yeni gelen idare  ne yapsın duaya çıkar ve hala hatıralarda kalmakta olan heyecanlı bir yağmur duasından sonra; yaz ayında uzun süre  bir yağmur yağar, şehri yer yer su basar ve barajlara  bir günde elli milyon ton su geldiği  de ölçülür. bu neredeyse bir ay yetecek sudur, şehir rahatlar. Arkası da gelir sonunda barajlara bir buçuk yıllık su dolar. Kapaklarını açarlar dolu savaktan su boşaltmaya başlarlar.

Anadolu’da kuraklık hissedildiğinde geleneksel olarak tertiplenen bir yağmur duasını Tarık Buğra’nın ‘’Yağmur beklerken ‘’ isimli kitabından öğreniyoruz. Ezcümle:

1930’lu yıllarda iç Anadolu’da büyük bir ilçede kuraklık baş gösterir. Halk bari yağmur yağması için dua etsek derler, ileri gelenlere müftüye  hocaya giderler, nihayet cumartesi yağmur duasına çıkılmasına karar verirler. Ulucami imamı da cuma hutbesinde ertesi gün öğlende şehrin güneyinde İmarette yapılacak yağmur duasına cemaatı çağırır.

Cumadan çıkar çıkmaz ileri gelenler; işi bilenlerden  beş kişiyi görevlendirir, cemaata pilav verilecek dua edilecek.  Hemen iş bölümü yapılır, kazanların kap kacağın kepçelerin kaşıkların, erzakın kimlerden nasıl toplanacağı yazılır, etrafa haberler salınır.

Ertesi sabahta erkenden aşçılar aşçı yamakları ortalıkçılar dahil görevli herkes İmaretin avlusunda hazırdır. Ocaklar çatılılır, kazanlar ateşe vurulur, sofralar serilir, halk da akın akın gelir. Büyük küçük zengin fakir yan yana diz dize otururlar pilav yerler.

Müftü efendi yemekten sonra yağmur duasına başlar. Eller aminler için gökyüzüne açılıyor, aralanmış parmaklar toprağa doğru sarkıyor, birer musluk gibi yağmuru toprakla buluşturmak için bir rahmet, bir nimet, bir lütuf isteniyor.

Herkes hislenmiş, hüzünlenmiş, dolmuş, gözleri yaşarmış olduğu halde yapılan duaya edilen aminler coşar. Gittikçe daha gür, daha yürekten çıkan bu aminlerde sanki başka bir maneviyat sezilir.

Neden sonra ak sakallı yaşlı bir adamın ağlar gibi gülümsediği görülür, boğazında düğümlenen minnet ve şükran duygusuna şahit olunur ve çevredeki genç kavakların hışırdadığı işitilir gibi olur. Bir serin esintide duyulur ve bunun bir yağmur alameti olduğunu herkes anlar.

Yaşlı adam başını kaldırmış hep ağlamaklı, gülümseyiş ile yağmurun beklendiği İkiz Kaya tarafına bakar durur ve orada tepenin üstünden kül rengi morumsu bir bulut başını göstermiştir. Koca adam titrer, ileriden fark edilecek kadar bir titreme içindedir ve gözlerinden pıtır pıtır üç beş damla yaş dökülüverir, sanki bu yörenin yana yakıla beklediği rahmetin ilk damlaları gibidir. Bir karış toprağı olmayan bu adamın bu gözyaşlarının  belki tek başına bir rahmete vesile olacağı umulur.

Dua sürmekteyken bulut nazlı nazlı ama kocaman hevenkler halinde yuvarlana yuvarlana ovaya doğru gelmekte, yayılmakta, artık herkes de onu görmektedir. Hocanın sesi başkalaşmış, aminler yanıklaşmış çok değil bir iki dakika sonra damlalar da düşmeye başlamıştır.

Kül rengi morumsu bulut hızla yayılır, kısa sürede ovanın üstünü kaplar, ortalık kararır, yağmur taneleri seyrek ve iri, patır patır düşer. Hemen arkasından bahar aylarındakini andıran kuvvetli bir gök gürültüsü duyulur, ileriden sesler gümbür gümbür yankılanır. Ortalık iyice kararır, sanki akşam olmuştur, arkasından bir kıyamet kopar, bahar sağanaklarını andıran bir yağmur boşanıverir. 

Halk saçak altlarına kaçar,, camları ve saçakları döven yağmur ve derenin ötelerinde çakan şimşeklerle onların ardından gelen gök gürültüleri bütün bütün belirginleşir. Bir süre yağar, sonunda ne şimşek ne yıldırım kalmaz, ortalığı barut rengi aydınlık sarar, sonra açılır açılır, kül rengine döner, o da biter pembeler, maviler, sarışınlar belirir, çevredekilerin Allah’a  şükrü,  huzuru ve güveni  belirginleşir.

Artık her şey başkalaşmış selamlaşmalar bile düne göre, sabaha göre değişmiştir. Sanki onlar bu insanlar değildir. Canlanmışlardır ve sesleri cıvıldayarak çıkmaktadır. 

Sokak aralarında ayaklarını diz kapaklarına kadar sıvayıp akmaya başlayan yağmur suyunda çocuklar koşmakta, oluklardan yağmur suyu toplayan kızlar, kadınlar görülmektedir.

Bu Anadolunun ananevi yağmur duasından bir örnektir; Bir de yağmur duasının aslını esasını, asrı saadette yapılan yağmur dualarını öğrenmek için, muteber kitaplardaki bilgilere bakacak olursak;

Peygamber (s.a.v.) efendimizin yağmur duası:

Enes (r.a.) anlatıyor: Bir cuma günü, Resulullah (s.a.v) hutbe okurken minber tarafındaki kapıdan mescide bir adam girdi, Resulullah’a (s.a.v) yönelerek:

– “Ya Resulullah! Mallar mahvoldu! Toprak çatladı! Allah’a dua et de bize yağmur göndersin” dedi. Bunun üzerine peygamber efendimiz ellerini kaldırarak:

– “Allah’ım yağmur ver! Allah’ım yağmur ver! Allah’ım yağmur ver!” diye dua etti. Vallahi biz gökte buluttan bir eser görmüyorduk, şehrin üstüne çıktığımız için de yakın dağ ile aramızda ev vs. yoktu. Duadan sonra birden kalkan şeklinde bir bulut peydah oldu, tam göğün ortasına gelince dağılarak yağmur yağdırdı. Vallahi tam bir hafta güneşi göremedik. Ertesi Cuma yine Resulullah (s.a.v) hutbedeyken aynı kapıdan bir adam girerek Resulullah’a yöneldi ve: 

-“Ya Resulullah mallar mahvoldu! Yollar yarıldı! Allah’a dua et de yağmuru kessin” dedi. Resulullah (s.a.v) hemen  ellerini kaldırarak:

– “Allah’ım yağmuru zararsız hale getir, Onu dağlara, tepelere ve ormanlara yağdır” diye dua etti. Yağmur derhal kesildi, güneş altında yürüyerek mescidden çıktık.

Hz. Ömer’in (r.a.) yağmur duası:

Cübeyr (r.a.) anlatıyor: Ömer (r.a.) zamanında şiddetli bir kıtlık olmuştu. Bu sebeple Hz Ömer (r.a.) müslümanları toplayarak kıra çıkardı, onlara iki rekat namaz kıldırdı, cübbesini de ters giyerek ellerini açtı ve şöyle dua etti: 

-“Allah’ım senden af dileriz, senden yağmur isteriz”. Hz. Ömer (r.a.) daha yerinden ayrılmadan yağmur başladı, müslümanlar bu vaziyetteyken bir grup bedevi gelerek Hz Ömer’e:

– “Ey müminlerin emiri! Biz bu gün şu vaziyette falan saatte vadimizde oturuyorduk, birden bire bir bulut peydah oldu, biz o buluttan, ‘’ Ebu Hafs sana yardım geldi!’’ diye bir ses duyduk dediler.

Enes’in duasıyla yağmur yağması:

Sümame anlatıyor: Enes’e (r.a.) yazın tarlalarını ekip biçen kahyası gelerek kuraklıktan şikayet etti, bunun üzerine Enes (r.a.) su isteyerek abdest aldı ve namaz kıldı, sonra da: 

-“Bir şey görüyor musun?” diye sordu, bunun üzerine kahya: 

-“Hiçbir şey görmüyorum” dedi. Enes (r.a.) tekrar içeri girerek namaz kıldı, sonra üçüncü ve dördüncü defa dışarı çıkarak: 

-“Bak!” dedi. Nihayet Kahya:  

-“Kuş kanadı gibi bulutlar görüyorum” dedi. Enes (r.a.) tekrar namaz kılıp dua etmeye başladı, kahya içeri girerek: ” Hava karardı ve yağmur da yağdı” dedi. Enes (r.a.): 

-“Öyleyse ata bin, yağmurun nerelere yağdığına bak” dedi. Kahya ata bindi gitti, bir de ne görsün! Yağmur Müseyyerlilerin saraylarını Ve Gadban köşkünü geçmemiş.

Bir sahabenin yağmur duası:

Muhammed bin Süveyd anlatıyor: Vaktiye Medine’de kıtlık, uzun süren bir kuraklık olmuştu, millet rahmet duası yapıyordu. Bu sırada iki eski elbiseye bürünmüş salih fakat kimsenin katında bir kıymeti olmayan bir adam geldi,  acele iki rekat namaz kıldı. Akabinde ellerini kaldırarak: 

-“Ya Rabbi Vallahi rahmetini yağdırmadan elimi indirmem!” dedi. Hemen gökyüzü bulutlandı, bardaktan boşanırcasına rahmet yağmaya başladı, hatta halk bu sefer sel felaketinden endişe etmeye başladı.  Bunun üzerine adam: 

-“Ya Rabbi,  artık yağmuru kes” dedi, ve rahmet dindi. 

Bunun farkına varan salih bir zat, adamı izleyerek evini öğrendi, sabah erkenden adamın kapısını çaldı, adam:

-’’ Ne var. ‘’ Diye sordu O zat

-’’Sen davet ettin, ben de geldim,’’ dedi Adam:

-’’Böyle bir şey yok. ne istiyorsan onu söyle,’’ deyince, o zat:

-“Bu mertebeye nasıl eriştin, dün dua ettin hemen yağmur yağdı; onu öğrenmek istiyorum.” dedi, Adam:

-’’Allah’ın emrini yerine getirdim, yasaklarından kaçındım. O da dileğimi kabul etti” diye cevap verdi.(İhya 3. Cilt 609. sayfa)

Beni İsrail’in yağmur duası:

Musa (a.s.) İsrailoğulları’nın yedi yıllık kuraklığından sonra yetmiş bin kişiyle yağmur duasına çıkar. Allah’u Teala  Musa’(a.s.)a “Günahları kalplerini karartan ve mekrimden emin olarak samimiyetsiz, yakinsiz bir şekilde bana dua edenlerin dualarını nasıl kabul ederim, sen Kara Berh’i bul gönder de, o dua etsin ki; duasını kabul edeyim.” buyurur.  Musa (a.s.) Berh’i araştırır, tanıyan ve bilen olmadığı için bulamaz.

Nihayet bir gün esmer bir adama rastlar, secde ettiği alnındaki toprak izinden bellidir, O’nu marifet nuru ile bilip adını sorar, o da:

– ‘’Berh’’ deyince: Musa (a.s.) :

– “Şu kadar zamandan beri seni arıyoruz, bizim için yağmur duasına çıkıver” der. O da hemen emre uyarak dağa çıkar, dua eder; duasında der ki:

– “Allah’ım bu sana yakışmaz. Senin hilmin bunu gerektirmez. Sana ne oldu? Suların mı azaldı, yoksa esen yeller emrine itaat mi etmiyor, yoksa sermayen bitti mi,  yoksa günahkarlara fazla  mı kızdın? sen gaffar değil misin?  günahkarları yaratmadan önce rahmeti yaratmadın mı? bizlere merhamet ve şefkati sen emretmedin mi? yoksa imtina ettiğini mi bize gösteriyorsun?  yoksa kayboluruz korkusu ile bizi bir an önce cezalandırmak mı istiyorsun? Nedir bu!”

Der demez yağan rahmet damlaları ile İsrailoğulları ıslanmaya başlar, yarım günde ortalık yeşerir, otlar, bitkiler, yeşillikler boy verir. Berh duasından döner  Musa (a.s.)  onu karşılar ve O’na Berh:: 

-“Nasıl! Rabbimle olan mücadelemi ve Rabbimin bana olan insafını gördün mü?” deyince  Musa (a.s.) bu sözlerine karşı onu cezalandırmak ister, bunun üzerine Allah’u Teala:

– “O’nu bırak, zira o günde üç defa bizi güldürür” diye vahyeder.( İhya 4.cilt 611. sayfa)

Ramuz El Ehadis de bildirildiğine göre:

Vaktiyle bir peygamber  Allahu Teala’ dan yağmur isteyen halkla beraber duaya çıktı. bir de gördü ki: Bir karınca ayaklarını göğe kaldırmış dua ediyor. halka: ‘’Haydi dönünüz, bu karıncadan dolayı duanız kabul edildi.’’ dedi. Cemaatı döndürdü.

İbrahim bin  Edhem’  Hükümdar oğlu idi,  tacı tahtı terk etti, alnının teri ile kazanç sağladı , kimseye yük olmadı.  Hak’la meşgul olarak ‘’Sıddıkı zaman’’ oldu. Menkibeleri çoktur.:

 Vaktiyle bulunduğu yerde  bir kuraklık oldu, Halk yağmur duasına çıkıyorlar, O’nuda çağırdılar, ‘’Beraber çıkalım, yağmur için dua edelim.’’ dediler de; muhakkak erenlerin bildiği bir şey vardır: Onlara Katılmadı.‘’ Siz kulluğunuzu yapın. mevla yağmurunuzu gönderir.’’ dedi.  Bir başka çözüm gösterdi  

Allah (cc.) Nasıl karıncaya, çocuklara, yavrulara, kurda, kuşa  acizlikleri sebebiyle nasiplerini tam istedikleri gibi rızık olarak onlara gönderiyorsa; ihtiyarların yaşlıların rızıklarını da bereket suretiyle veriyor. Bulundukları yere eve haneye ihtiyarlar sebebiyle  bereketi oralara bol bol  ulaştırıyor  çevresi de istifade ediyor. 

Bu yağmur  rahmet diye isimlendirilmiş ki;  O’nun rahmeti  insana mintarafillah tattırılır.  O’ bir topluluğa yağmuru rahmetinden, kıtlığı ise gazabından verir.  ‘’Kulları eğer layıkı ile O’na itaat etseler; gece rahmet yağdırır, gündüz güneşin sıcaklığını, gök gürültüsünü duyurmaz. Dahası Allah(cc.)ın hudutlarından bir haddi yerine getiren yerlere mükafatı büyük olur;  Beldelere kırk gece bereketli yağmur yağdırmasından hayırlıdır.’’ diye bilgi bulunmaktadır.

Bütün Bunları bilmese bile günümüzde  iyi dürüst kiminle konuşulsa; yağmuru rahmeti bereketi seziyor kavrıyor anlıyorlar. Bu elbette inancımızdan,  yani bozulmadan  bize ulaşan kurallardan, ilkelerden ve  İslamın tortularından…  işte bunlar, bu değer yargıları, bugünde yine  toplumların kurtarıcısı.

Rahmet yağmurlarından bir diğeri  Kırkikindi yağmurlarıdır.  Bahar yağmurları de diye isimlendirilir. Nisan yağmurlarından sonra  bir lütuf olarak günlerce iner,  tabiat çevre için bolluk berekettir, uzun süre ara ara  aheste yağdığı için çok faydalıdır.

Bu tür yağmur mayıs ayı sonlarında başlar kırk gün kadar sürer. ikindi akşam saatlerinde görülür baharın son yağmurudur. Büyük bir nimet kabul edilir. . Çevrenin dört başı mamur yeşermesinin,  meyvelerin olgunlaşmasının gelişmesinin sebebidir. İkindi yağmurları hem yaz mevsimi başında, hem de kış mevsimi başında görülebilir. Kış başında bu defa güz mevsiminin uzantısı olarak iner yağar, bunlar çevreyi kış uykusuna hazırlarlar. 

Kışın başında yağan İkindi yağmurları kısa süreli, ani bastıran sağanak şeklinde olduğundan,  ekseriya  birkaç saatı aşmaz. Bilhassa güzün ekilen tohumların filizlenmesi,  ekinin kışı sağlıklı geçirebilmesi için son derece önemlidir. bu tür yağmurların bir  diğer özelliği hafif yağmurlardan olmasıdır.  çevreye zarar vermez hasar yapmaz sadece ıslatır. Anında ıslatmak da  olduğundan ‘’Ahmak ıslatan’’ olarakta bilinir.

Birde ‘’Çoban ağlatan’’ deyimi vardır ki;  ağılda analarını bekleyen kuzular, sürü meradan geldiğinde analarını kokusundan bulur tanır ve memesine yapışırlar da, ancak eğer yağmurda gelmişlerse, bu defa ıslanan koyunun kokusu değiştiğinden  yavrular analarını bulmakta güçlük çekerler, ne yapsınlar kuzusu anası her biri meleşir, meleşmeler sürer gider,  iş çobana kalır; yavruları analarının önüne yanına atar,  birbirlerini buluşturmaya çalışır, bu arada kendi de adam kılığından çıkar. Ağladığı da olur. 

Bilmiyorum belki ikindi yağmuru idi;  Sakarya’da biz ona rastladık. 1980’li yılların birinde   galiba; Ramazan ayı temmuz  başlarına geliyor diye telaş edip üzülüyoruz. Hani yazın gündüzler uzun geceler kısa… Ancak içeride dışarıda boğucu sıcak, nem,  rutubet ve susuzluk herkesi olumsuz etkiliyor geçmiş yıllarda yaz aylarında oruç tutarken yaşadıklarımız aklımıza geliyor da düşünüp duruyorduk. 

 Bu sefer öyle olmadı. Ramazanı bir başka yaşadık… Temmuz ayı serin geçti, ayın başından sonuna kadar bulutların gölgesinde ara ara kısa süreli yağan yağmurların serinliğinde oruc tuttuk, camiler doldu, cami bahçesinde çiçekleri açan  ıhlamur ağaçlarının  altında teravihler kıldık ve ramazanın gündüzünde gecesinde şehrin bunaltıcı sıcağının farkında olmadık.

Yurdumuzun en çok yağış alan bölgesi Rize ve çevresi de,  Sakaryada önemli yağış alan yerlerden sayılıyor.  mevsiminde bir yağmur başlarsa ne zaman kesileceği de belli olmuyor, geceleri yağmur birikintilerindeki  kurbağaların hep bir ağızdan çıkardıkları neşeli sesleri sabaha kadar  sürüp  gidiyor.

Adapazarında anlatılır. Buralara bağ bahçe işlerinde çalışmak için mevsiminde Doğu’dan trenle işçiler gelir de  hava durumu müsait olursa hepsine iş vardır. Köyde kırda bağda bahçede çalışırlar. mevsim bitince dönerler. Vaktiyle bir işçi kafilesi bu defa yağmurlu bir günde istasyona inerler, aralarında yeni  gelen bir genç de vardır. Eh bekleyecekler, yarın kesilir derlerde; ‘’ha bugün ha yarın kesilecek iş çok işe gideceğiz.’’ diye umarlarda günler geçer işçiler beklerler. 

Derken genç kendisinin Askerlik Şubesinden arandığını öğrenir, zaten bilmektedir. Bari askere gideyim der, döner gelir memleketine şubeye teslim olur askere gider.  Eğitimden sonra çavuş kursuna ayırırlar çavuş olur talimgaha verirler.  Acemiler geliyor çavuşlar üslerinin gözetiminde eğitim yaptıracaklar,  erlerin ilk amiri onlar. Gelenlerle ilgileniyor bilgi ediniyorlar, acemilerin adını öğrenim durumunu mesleğini memleketini soruyorlar.  Bizim çavuşta bölüğüne ayrılan acemilere soruyor, onlardan birisine nerelisin deyince; asker  ‘’Adapazarlıyım’’ demesin mi? aklına yağmur gelir ve düşünmeden günlerce yağan o  yağmuru sormaktan kendini alamaz:

– Geçen sene bu vakitler Adapazarına çalışmak için gitmiştim,  yağmur göz açtırmadı,  bir iş de yapamadık.   O yağmur daha devam ediyor mu?  diye  sorar.  Ne cevap verildi biz onu bilmiyoruz..

Ha; yağmurun zarar vereni de olur. Aslında yağmur basit bir olay değildir. en önemli etkisi yeryüzünde su dengesini sağlamakdır. yeraltı sularını beslemektir. sağlığa elverişli suyun temel kaynaklarındandır. Ancak yağmurdan afet felakette oluşabilir. Peygamber efendimiz yağmur yağdığını gördüklerinde hemen; ‘’Allahım, bunu faydalı yağmur kıl.’’ diye dua ederlerdi. 

Aşırı yağışlar hayatı olumsuz etkiler, seller ve sellerden meydana gelen su baskınlarından  çevre zarar görür, mal can kaybına sebebiyet verir. tarım alanları su altında kalır, dere yataklarında bulunan  evi damı yapıları sel basar, yollar bozulur köprüler  yıkılır. Hasar hesaplanacak olursa felaketin  büyüklüğü anlaşılır. 

Ani Yağışların sebep olduğu felaketlerle her yıl binlerce insan hayatını kaybetmektedir. Özellikle muson ikliminin hakim olduğu yerlerde yağışlardan büyük felaketler  meydana gelmekte, binlerce kişi hayatından olmaktadır.

Üstadın Yağmurla ilgili şiiri, belki daha başka şeyleri de anlatmaktadır.

Bu yağmur

Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,

Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.

Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,

Aynalar yüzümü tanımaz olur.

 

Bu yağmur kanımı boğan bir iplik,

Tenimde acısız yatan bir bıçak

Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik

Dayandıkça çisil çisil yağacak.

 

Necip Fazıl Kısakürek

Yağmur;  ilhamdır  ikramdır,  ümittir  korkudur,  afettir azaptır; çoğu zaman, nereden gönderildiği belli hediyedir nimettir  lütuftur.  

Göklerde ve yerde, gece ile gündüzün birbiri arkasına gelmesinde, insanların yararlanması için denizlerde süzülüp giden gemilerde,  gökyüzünden  indirilip onunla kuruyan toprağın diriltildiği  yağmurda… Nice  ibret ve deliller vardır. 

Gökyüzü ve kainat sınırı görülmeyecek kadar geniş ve yıldızların sayısı bilinmeyecek kadar çoktur. Ancak Allah cc.Hakikatte sınırlı olan kainatı ve belirli olan yıldız sayısını bilir. O uzaklık ve yakınlıktan münezzehtir.

Birde rahmet yağmuru var. Allah’ın cc ve Resulünün anıldığı yerlere rahmet yağar. Oralar camiler mescitler  manevi sohbetlerin yapıldığı yerlerdir. Bu yerlere melekler iner ve buraları  ilahi rahmet kuşatır. Şeytanlar da hemen orayı terk ederler.  Kalpten kalbe  maneviyat akışı gerçekleşir,  gönüllere hayat verir. manevi kirleri bulanık fikirleri tasfiye eder  temizler. Buralarda Rabbimizin rahmeti rızası vardır. ( Kenzü’l – İrfan. Muhammed Esat Erbilî ) 

İmamı Gazali: ‘’ Allahu Teala hazretleri rahmeti umumi indirir de müsait olanlar istifade  eder . durumu müsait olmayanlar kabını ters koymuşlardır, rahmetten faydalanamazlar.’’ der,

Bize çocukluğumuzda hep bunlar anlatılırdı; camide mescitte namaz kılanların üzerine rahmet yağar  derlerdi . Bir hadisi şerifte de var : 

‘’Rahmet mescit ehline indiği zaman imamla başlar, sonra sağ tarafa geçer, sonrada diğer saflara yönelir.’’ (Ramuz 64- 17)

Rahmetin önce imamın üzerine ve arkasında  bulunan kişiye, onun sağındaki solundakine  sonra bu minval üzere arkadaki saflara erişir, oradakiler nasip alır diye söylerlerdi. Osmanlıda bu hususu bilenlerin kalıcı hastalıkları olan kimseleri saflar arasına alıp tedavi ettiğini de ilave ederlerdi. 

Cami mescit manavi sohbet yerleri bize ne kadar yakın. hemen bizim oraları gündemimize almamız oralara devam etmemiz lazım. İşte o zaman rahmeti bereketi daha iyi tanırız, ne büyük nimet  olduğunu da biliriz.

Bugün müslümanların düşünceleri ekseriya maddedir ve dünyalıklardır. Her şeyi madde ile çözmeye çalıştıklarından, sırtlarını Cenab-ı Hak’ka  değilde, dünyalıklara dayadıklarından dolayı sıkıntıdan bir türlü kurtulamazlar. Allah’a cc.  kulluk yerine dünyalık temini için koşar dururlar bir fasit daire içindedirler yorulurlar kendilerine kalıcı faydası olacak bir şey elde edemezler. Manevi yağmurlardan rahmetten bereketten de haberleri olmaz.  

Yakın geçmişte; ‘’Ümmeti Muhammet’’ rahmetin, besmelenin, ezanın, abdestin, namazın, maneviyatın şuurunda olamadığından ve Resulullah’ın yolundan gitmeyi bıraktığından; Hindistanda,  Pakistanda, Kafkasyada, İspanyada, Cezayirde, Türkiyede şurada burada zayıf düşmüşler, rüzgarları kesilmiş hucuma maruz kalmışlar, horlanmışlar, ezilmişler, nerdeyse kendileri için bir çare de düşünemez hale gelmişlerdir. 

Velhasıl herkes  Allah’ın rızasına rahmetine muhtaçtır. Eğer bizim gönül darlığımız gitmiyorsa, şuursuzluktan ihmalden kaynaklandığını artık  anlayıverelim..

Önce kendimizi sorumlu tutalım,  bundan sonra  her şeyde Allah’ın rızasını arayalım, isteyelim.  O’nun rızası olmadan yapılan her şeyin boş olduğunu da bilelim,.

Çevremizde ilim adamları eksik değil, cami mescit sohbet yerleri bize çok yakın. Bir yerden başlayalım, rahmet inen yerleri gündemimize alalım, sabah akşam gün içinde oralara uğrayalım, kendimize kalıcı hisseler edinelim. Gidilecek yere elimiz boş gitmeyelim.

Bakarsınız belki bize hesab etmediğimiz yerlerden sağlık şifa yardim destek gelebilir, kendimizi bir nezih çevre içinde  bulabiliriz,  gönlümüz genişler derinleşir enginleşir, bedenimiz rahatlar sükun bulur,  kötü huylar gider, iyilik şefkat yardım vs gibi olumlu haller ediniriz  Mutmain, müsterih, eminlerden  oluruz.  

İhlas ve samimiyetle yapılan  küçük bir şeyle bile Allah’ın rızası kazanılabilir . .  

Unutmayalım…

Teyakkuz; sözlükte uyanık olma, göz açıklığı olarak tanımlanıyor. gözleri açık tutmak, uyanık olmak, dikkat etmek manasında kullanılıyor.  

Mevlana Divan-ı Kebir’de:

Ey insanoğlu! Kendindeki gizli hazineyi araştır. Kendini bul. Bul ama dikkatli ol, kendini çaldırma. 

Bu hak yolunda açıkgöz bir hırsız pusu kurmuş seni bekliyor. Bu hırsıza dikkat et, kendini çaldırma.

mısrası ile belki Teyakkuz tavsiye ediyor. 

Dünya zamanla sınırlı da, zaman rüzgar gibi gelip geçiyor,  su gibi akıp gidiyor. Hepimize her gün yeni bir 24 saat veriliyor ve  işte bu verilen çok değerli olan ömür sermayesidir. Hayatta olan herkes bunu alıyorda kıymetini biliyor mu? 

Hayatın duru durağı yoksa sonunda bir hesap varsa, vakit kıymetlidir de, işte görüyoruz  kıymeti bilinmiyor. Öyleyse dikkat edelim, boş durmayalım, hayır yapalım, hayırda acele edelim, yarına bırakmayalım. Şeytan tuzak kurmuş tehir ettirir, sonra unutturur.  Dikkat edelimde bu uyanık olmakla, teyakkuzla mümkün. 

Dikkat etmek, vakti değerlendirmek ve teyakkuz, kişinin  hayat kalitesini, zamanı kullanma durumunu belirler. Önemli olan budur. Aslında hepimizin temel sorunu galiba  vakit bulamamak değil, vakti israf ederek harcamaktır.  

Zamanı iyi kullananların özelliği hassasiyet titizlik ve bilgili olmalarıdır, vaktinin kıymetini bilmeleridir. Ancak günümüzde çoğunluk vaktin nasıl geçtiğini, zamanın nasıl heba edildiğini bilmez, farkında bile değildir. Çünkü hayat zamanı boşuna işgal eden, harcatan oyun eğlencelerle, gereksiz bir sürü işle uğraş ile doludur. 

Televizyon, cep telefonu, sosyal alanlarda boşuna geçirilen saatler, uzayan konuşmalar, gündemin uzun kısa toplantıları, kararsızlık ve gaflet onları meşgul eder durur. Onların bunlarla ilgilendikten sonra vakit bulup olumlu bir iş yapmaları mümkün değildir.. 

Zamanı iyi kullananlar şuurlu olanlardır. Hayatı iyi tanıyanlar, hayatın tuzaklarını görebilenler ve oralara yaklaşmayanlardır. Bu husus ihmal edilmeye gelmez,  her nefes alırken ve verirken bile şuurlu olmak gerektiği tavsiye edilir, çünkü şeytan pusudadır, zamanı kollar,  eğer gaflet halinde bulur yakalarsa yapacağı şaşırtmaktır,  onu  yapar. 

O insana düşmandır.  Düşmanlıkta tecrübelidir ve uzmanlaşmıştır. Şeytanın çizgisi yoktur, yalanı  vardır,  aldatmak için arada doğru da söyleyebilir, her şeyi kötüye kullanır, süsler güzel gösterir aldatmaya çalışır.  

Damarlarda dolaşır, vesvese verir, kaleyi kuşatır. Dışarıda ordusu vardır, içeride de kendi adamları vardır. İnsanı gaflete düşürdü mü?  Hiç bakmaz acımaz insafı yoktur aldatır geçer. Öldürmek bir yana mahveder. Dünya ahiret bedbahtlığına, ebedi hüsrana götürür. 

Aslında Şeytanın aldatacak gücü yoktur, bütün gücünü bizim ihmalimizden alır, hileside zayıftır, kötü niyeti hemen ortaya çıkıverir, ondan  kurtulmak için bir şuurlu besmele çekilirse işi biter, duramaz barınamaz kaçar.  Öyleyse biz hayırda olalım  hayır yapalımn. Bir işi bitirince başka iyi bir işe başlayalım, gaflette olmayalım ve arada besmele çekelim.

Önemli olan bir husus  Zuhruf suresindeki şeytanla ilgili iki ayet; mealen:

‘’Her kim o Rahmanın zikrini görmezlikten gelirse  ona bir şeytan musallat ederiz. Artık bu onun için bir arkadaştır ve şüphe yok ki bunlar onları doğru yoldan çevirirler; onlarda zannederler ki kendileri hidayete erdirilmişlerdir.( 36 37) ’’

Şeytanın insan ve cinlerden olan taifesi, kendini yandaş edinenleri, Allahın emirlerini yerine getirmeye değil,  O’nun yasaklarına yöneltir, günah işlemeye teşvik ederler,  Şeytan Kendi dostu bile olsa insanların hepsine  amansız düşmandır,  daima zarar vermeye devam eder.

O takip eder durmaz usanmaz kimi  gaflet içine bulursa eğer; şeytan kendi yandaşları, kendi düzeni, kendi hileleri ile  kötü şeylerle meşgul etmeye çalışır, onunla uğraşır, ne eder eder, onu  bağlar, kıl iple bağlar, çırpınır kurtulamaz, çözemez. Biz öyleyse  onun vesvesesini oyununu hissettiğinizde gülüp geçmeyelim, ciddi olalım,  tedbirimizi artıralım, bir daha aldanmamaya bakalım, şeytana fırsat vermeyelim.

Bir bakıma Sosyal medya dahi onun çok kullandığı araçtır. Orada herkes gibi onun dostlarıda boy gösterirler. Orası kullanıcısının kendi ürettiklerini yayınladığı, paylaştığı bir alan ve . pek çok iyi niyetli kötü niyetli kişiler ve kurumlar tarafından aktif olarak kullanılır. Kullanıcılar yazılarını, haberlerini, düşüncelerini, olayları, fotoğrafları, görüşleri buradan meraklılarına ulaştırırlar. Buraya medyadan teyakkuzla takiple ilgili birazda  insaflı bir ürünü  örnek olarak alıyoruz:

Ekranda bir entelektüel, belki benim tanımadığım bir sanatçı, şık beyaz spor bir ceket giymiş yakası açık, gülümseyerek  konuşuyor:

‘’Sosyal medyadan yakından tanıdığım bir arkadaşıma;

  • kaç takipçin var? Diye sordum. 
  • Çok. Dedi ve büyük rakamlardan bahsetti. 

Sonra nabzımı yoklamak için “senin de çoktur” dedi, gözlerimin içine baktı. 

  • Yok. Dedim. Benim sizin kadar takipçim yok, topu topu birkaç tane diyerek, merakını gidermek için de saymaya başladım:
  • Birinci ve en büyük takipçim Allah cc. Her zaman her yerde takip eder beni. Ondan gizli kalmak hiç mümkün değildir. 
  • Sonra ikinci takipçim kiramen katibin’dir, sağ ve solumuzdaki yazıcı melekler. İyiyi kötüyü, hayır ve şerri ne yapsan anında kayda geçerler. 
  • Üçüncü takipçim şeytandır ve o takipçilerin en tehlikelisidir. Hayırla da hiç işi olmaz. Yalan yanlış eğri doğru her şeyle vesvese verir.
  • Dördüncü takipçim nefsimdir. Tıpkı boynu bükük, masum yüzlü fakat şımarık bir çocuk gibidir, aç gözlüdür, doymak bilmez. 
  • Beşinci takipçim rızkımdır. Şimdiye kadar onun bir vefasızlığını görmedim. 
  • Altıncı takipçim imtihan için olduğunu bildiğim musibet ve sıkıntılarımdır. Çoğu zaman beni şöyle bir okşar geçerler de bazen ziyareti uzayan bir misafir gibi oturdukları yerden bir türlü kalkmak  bilmezler. 
  • Yedinci takipçim her zaman yanımda taşıdığım, hissettiğim ölümdür. Onun hep bir başka bahanesi vardır, trafik kazası, iş kazası, kalp sektesi, nefes darlığı, doğal afet, yaşlılık, savaş onun en çok kullandığı bahanelerdir. Ben onu unutsamda o beni unutmaz, ense kökümde dolaşır durur. 
  • Bütün takipçilerim galiba bu kadar da aslında bir tane daha var. O da beni dostlarım mezara bırakıp gittiklerinde, onunla yalnız kalacağım salih amellerdir. Benim gerçek dostum işte budur. Çünkü kabirde bile benimle kalacak olan onlardır.’’ 

Sosyal medyada birbirini yakından tanıyan iki arkadaşın konuştukları bunlar, ikisinin de takipçileri var. Birisi kendisini pek çok kişi takip ediyor biliyor, diğeri bilerek bilmeyerek takipçiyi başka anlamış,  birkaç takipçim var diyor ve onları sayıyor. Takipçilerin her birini iyisini kötüsünü kısaca anlatıyor,  hepsinin işinde uzman olduğunu , hiçbir şeyi kaçırmadıklarını ifade ediyor. 

Medya kullananların, medya takipçilerinin yaptıklarını yapmak, seçmeden ayırmadan paylaştıkları yazılarıyla ilgilenmek, anlamlı anlamsız resimlere şekillere bakmak, lüzumsuz kitaplar okumak,  gafillerle arkadaşlık etmek tabii olarak vakti boşa geçirmektir. Neticesinde bütün bunlar insanı gerçeklerden habersiz bırakmak,  inancı ile kendisi arasında tehlikeli bir  çukur kazmaktan başka birşey değildir. 

Sosyal medyada  yayınlananların; takip edenlerde,  kullananlarda; duygusal refah, fiziksel sağlık ve hayatın birçok alanlarında stres, duygusal  tükenmişlik, sağlık problemleri gibi birçok soruna sebep olduğu bilinmektedir. 

İnananlar bir bakıma dikkatli olan, kalbini güzelliklere açan, kendini kötülüklere sımsıkı kapatan kişidir. Kalbi selim sahibidir. Selim kalp yaratıcısına canı gönülden teslim olanın kalbidir. Bu kalpte maddi hiçbir kaygı, tasa yoktur. Yalnızca Allah’a güvenir, sorumsuzluk bencillik bilmez, başkalarını kendisine tercih eder, başkaları için yardımcıdır, onlara çare bulmaya çalışır, onda şiddet ve husumet değil şefkat ve merhamet vardır. 

Ancak Kalp veya gönül; iman ve küfrün, sevgi ve nefretin, iyilik ve kötülüğün, bütün duyguların kaynağıdır. İşte bu bakımdan müminlere bir tavsiye vardır ve teyakkuz önerilmektedir; ‘’Dikkat edin kalbiniz gönlünüz iyi olursa bütün vücut iyi olur, onlar bozulursa bütün vücut bozulur; onun için iyinin ve zararlının, hayrın ve hayırsızın, faydalı ve faydasız düşüncelerin kaynağı olan kalpten güzellikler gibi kötülüklerde yansıyabilir.  Aman uyanık olun İyiliklere güzelliklere gönlünüzü açın, kötülüklere yanaşmayın yaklaşmayın.’’ deniliyor. 

İnancımızın emir ve yasakları insanın ruhi bedeni sağlığı içindir, onları öğrenmek ve uygulamak en akıllı iştir uğraştır. İlkeli olmak, olayları iyi anlamak, bilgilenmek hiç tereddüde yer bırakmamak lazım.  Mesela devri saadette peygamber efendimizin çevresinde olanlar, O’nu dinlediler izlediler; dikkatli oldular, emirlerine uydular, men ettiklerinden hemen sakınmaya çalıştılar.  

Riyazüs Salihindeki bir hadisi şerif şerhinde; evvelki milletlerden bazılarının çok sual sormak, münakaşa etmek yüzünden helak olduklarına dair bir kıssa nakledilerek;  İman gereği bir şeyden men edilirseniz, ondan sakınmak,ve size emredilenleri elinizden geldiği kadar yapmaya çalışmak tavsiye edilmekte; çok sual sormanın ve münakaşa etmenin mahzurlu olduğu bildirilmektedir. 

Konu ile ilgili Kur’anda bir sureye adını vermiş olan kıssa meali ise şöyle: 

Bir adam kendisi birini öldürdüğü halde Hz. Musa’ya gelerek öldürülmüş birini gördüğünü söyleyerek katilin bulunmasını istemişti. Hz. Musa da Allah’ın emri üzerine bir inek kesileceğini, kesilen ineğin bir uzvu ile öldürülen kişiye vurulacağını, onun da dirilip katili haber vereceğini söylemiş, bir inek kesilmesini  istemiştir. Fakat onlar kesme emrini yerine getirmeyip, ineğin özelliği hakkında soru sormaya başlarlar.

      –       Bizi alaya mı alıyorsun? Dediler. Hazreti Musa da;

  • Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırız. Dedi. Onlar;
  • Ey Musa rabbine yalvar, O’na sor. O ineğin nasıl olduğunu bize açıklasın. dediler,  Hz. Musa da;
  • O ne yaşlı ne de körpe, onun arasında dinç bir sığırdır. Artık emredildiğiniz şeyi yapın. Dedi. Onlar tekrar;
  • Rabbine tekrar yalvar da onun renginin ne olduğunu bize açıklasın. Dediler. Hz. Musa da; 
  • Onun rengi bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir. Dedi. Onlar yine sordular;
  • Bizim için rabbine dua et de onun mahiyetini bize tekrar açıklasın. Çünkü bu inek bize karışık geldi. Ne emredildiyse bilelim. Dediler. Hz. Musa da;
  • Rabbim buyuruyor ki, o henüz toprağı sürmek ve ekin sulamak için boyunduruk görmemiş, hiç alacası olmayan, serbest dolaşan, salma, kusursuz bir inektir. Dedi. Onlar da;
  • Şimdi gerçeği getirdin deyip hemen o ineği aradilar bulup boğazladılar da neredeyse bunu yapamayacaklardı. 

Kesilen inekten bir parça öldürülen kimseye vuruldu, adam dirildi  kalktı, katilin adını söyledi. 

Hadisi  Şerifin şerhindeki bilgilere göre; işin başında hemen herhangi bir ineği kesiverselerdi maksat hasıl olacaktı,  ancak Hz Musa’nın çevresindekiler ayrıntıları sordular,  her sualin cevabını aldılar. Konu detaylandı, rengini, şeklini, mahiyetini vs öğrendiler. Onu aramaya çıktılar, yalnız bir yerde bulabildiler. Sahibi de şartlı olarak ‘’Derisi dolusu altına’’ satmaya razı oldu, çaresiz o kadar altını  topladılar, sahibine verdiler satın aldılar ve kestiler.  Neredeyse kesemeyeceklerdi;

Cüneyd-i Bağdadi’ye “Arif kimdir?” Diye sordular. “Sözü ve gözü kendisini esir etmemiş kişidir” dedi.Halbuki bunlar soru sormayı tercih ettiler, kendilerini esir ettiler ve bu oyalama taktiği kendilerinin  zararına oldu. 

Hayatın hiçbir noktası islamda ihmal edilmez. İslam hayatın her noktası her ve safhası ile ilgilenir. Dünya ahiret dengesini kurar. Bugün dünyanın en büyük ilim müesseseleri gönül aleminin aslını  bilmezler. Onlar sorumlu oldukları şeyleri ihmal ederler, başka şeylerle uğraşırlar. 

Riyazüs Salihindeki başka bir Hadis-i Şerifte önemli bir hususa dikkat edilmesi anlatılır; Bakara suresindeki son 3 ayetin ilkinde:

“Kalplerinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onun hesabını sorar da; dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. “ anlamlı ayet nazil olunca müslümanlar  akılarını devreye soktular, bu emir kur’an’ ayetidir, tam  eksiksiz bir hükümdür. Hükmü Allah’tan daha güzel olan kimse yok ki diyemediler, onlara ağır geldi ve efendimizden sordular;

  • Namaz, cihat, oruç ve sadaka gibi gücümüz yeten amellerle sorumlu olduğumuzu  biliyorduk. Şimdi hatıra gelen şeylerden de sorumlu olacağımızı belirten ayet nazil oldu. Buna gücümüz yetmiyor.” Deyiverdiler. 

Efendimiz onlara:

  • Sizden evvel ehli kitap olan gelip geçen kimselerin dedikleri gibi şimdi siz “işittik lakin, söz dinlemeyeceğiz mi?” Demek istiyorsunuz. Öyle demeyin. Siz “işittik ve itaat ettik, bizi bağışla deyin.” Dedi.

Sahabeler “işittik, itaat  ettik, bizi bağışla” demeye başladıktan ve alıştıktan sonra bir ayet geldi:

“Allah bir kimseye gücü yetmeyeceği bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendisine, yaptığı fenalık kendisinedir. Ey Rabbimiz;

Unutursak yahut yanılırsak bizi sorumlu tutma,

Bizden evvel gelenlere  yüklediğin ağır yükü bize yükleme,

Gücümüz yetmeyecek şeylerden bizi sorumlu tutma,

Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim mevlamızsın, kafirlere karşı bize yardım et”

Anlamlı ayet gelince rahatladılar. 

Konunun izahında;  kesin emir ihtiva eden ayetlerin insan fıtratına uygun, tam eksiksiz bir hüküm olarak indiğinden, aklı devreye sokarak ‘’biz acaba yapamayız mı?’’   demenin mümkün olmadığı bildirilmiş, arkasından bu ayette ayrıca sahabelere yapılması faydalı dualar bir ikram olarak tavsiye edilerek,  kabul edileceği açıklanmıştır. 

Bir başka olayda Peygamberimiz sol eliyle yemek yiyen bir adama; ‘’Sağ elle yemek yemesini ‘’tavsiye ettiğinde;. Adam ‘’yapamıyorum.’’ deyince, yapamaz oldu,  oysa nice olması mümkün olmayanlar;  efendimizin duası ile gerçekleştiği biliniyordu. Halbuki adam aklını devreye sokmayıp eğer sağ eli ile yemeği deneseydi, belki yiyebilirdi. Manevi konularda güç ve kuvvet sahibi olanlar bilinmeli, akıl her zaman devreye sokulmamalıdır. 

Mesela Uhud’da Saad bin Ebi Vakkas yüzlerce ok attı. Baktı ki sadece üç veya beş oku kalmış, ‘’oklarım bitiyor’’ demedi,  Sonra arkadan ok istedi ok verdiler, ok istedi ok verdiler, ok atmaya devam etti. o gün daha yüzlerce ok attı. 

Yine Çanakkale’de düşmanın ölüm kusan toplarından biri kendi tabyasına isabet etmesi ile cephanelikleri havaya uçan ve on üç arkadaşı şehit olan Koca Seyyid; arkadaşlarının bu şekilde şehid edilmesini içine sindiremedi. 

Birşeyler  yapması gerektiğini anladı, aklını devreden çıkardı, “Anasının ona öğrettiği duaları okudu”, kendinde bir güç, kuvvet hissetti, top mermisinin yanına koştu. 276 kg ağırlığındaki mermiyi kaldırmayı denedi, sonunda başardı. Boğazdan o anda düşmanın bir büyük zırhlısı geçiyordu. Ne yaptı yaptı mermiyi namluya sürdü, patlattı. İsabet ettiremedi. Aynı olayı tekrarladı, üçüncüde zırhlı isabet aldı. Düşmanın en büyük harb gemisi  kendisi etrafında dönmeye başladı. Deniz ortasında tam bir panik yaşandı ve battı denize gömüldü.

Bize kendimizi ve gönlümüzü korumak, sakınmak tavsiye ediliyor da,  Allah’tan hakkı ile sakınmak ancak; itaat edip isyan etmemek, hatırda tutup unutmamak,  şükredip nankörlük etmemekle mümkündür. Dünya işlerinin aslı esası da sünnete uymakla olur.  Ne az, ne çok, sünnet neyse aynen uymaya gayret edilmelidir. 

Birde arifler var, her şeyi iyi biliyorlarda onları arayıp bulmak lazım. Arifler Allah’ın himayesindedirler. Ona dayanır güvenir, tevekkül ederler. Sadece O’nun yardımını isterler. Yol gösterirler. Onlar insanların karşılaştıkları tehlikeleri, afetleri iyi bilenlerdir.  Afetleri bilirler, olayları anlarlar,  cahillikle yapılanları, yoldan alı koyanları, gaflette olanları, şeytanların hilelerini bilirler. 

Ariflerin tavsiyeleri vardır, kısa yolları kesin doğruları önerirler: Mesela ‘’Dünyadan ihtiyaç duyduğunuz ne varsa eğer onu hemen kazanmak isterseniz; önce onu terk edin. Çünkü onu terk ederseniz dünya onu size mükafat olarak hemen verir.’’ derler.

Arifler; dünya nimetlerini istemezler de yine hepsine istemedikleri halde  nimetler mintarafillah verilir. Onlar ‘’ ihtiyacınız olan şeyleri almakta acele etmeyin, telaşlanmayın. Rızkınız sizi zaten arar bulur. Dikkat edeceğiniz şey, helal rızık edinmek, haramdan sakınmaktır.’ diye yol gösterirler.’’  ‘’Siz kendinize şerefli bir kapının açılmasını veya bir gayeye ulaşmanızı isterseniz  işte onun çaresi elinizden gelen gayreti göstermektir.’’ dierler, doğru olanı işaret ederler. 

 Arifler öğretmek uyarmak  isterler,  ‘’Sizde öğretin uyarın, kiminle karşılaşırsanız ona yumuşaklıkla yaklaşın, mülayemetle ve rıfk ile acele etmeden onlara öğretin, yollarını açın, hizmet edin, ikram edin. Eğer size muvafakat eden, öğrenmek isteyen, söz dinleyen birini  bulursanız ona yapışın, onlarla arkadaş olun.’’ diyorlar.

Büyüklerle birlikte bulunduğunuz  zaman da; ‘’ Kalbinize sahip olun.  huzurlarınızda bulunduğunuz müddetçe nafile ibadetlerle meşgul olmayın, onlar konuşurken konuşmayın. Onlar size bir şey sormadıkça, bir şey söylemeyin. Sözlerini dinleyin dikkat edin fazladan bir şeyi yapmayın. İnsanlarla güzel ahlak ile geçinin. İyilik yaparak, kötülükten sakınarak onlara örnek olmaya çalışın.’’ diye tembih ediyorlar. 

Arifler sakınmayı da önerirler. ‘’Günahtan sakınmaya  dikkat ediniz. Zira  sakınmak korunmak  her hayrı içine alır. Cihat etmeye bakın, çünkü o inananların ruhbanlığıdır. Allah’ı her vakit hatırda tutmaya ve Kuran’ı okumaya devam edin. Zira o sizin için nurdur. Semada ise sizin anılmanızdır. Dilinizi de hayırdan başka şeylerden koruyun. Ancak böyle yaparsanız şeytana galip gelebilirsiniz.’’ diye bilgi veriyorlar.

Arifler herşeyi düşünürler, olayların önünü sonunu hesab ederler,  hemen konuyu kavrar, tedbirli  olurlar. Vaktiyle bir padişah; ariflerden birini dervişleri ile birlikte iftara davet eder, iftar sofrasına geçildiğinde padişahın ikram ettiklerini değilde yanında getirdiği yufka ve katı pekmezi yemeğe koyulunca, bunu gören padişah Efendim ‘’ Bu iftarın masrafını biz karşılıyoruz, devlet malı değildir.’’  derse de, Hazret; ‘’ Sultanım talebelerimize sözümüzün geçmesi için , bunlara söylediğimizi yaşamamız için bu gerekiyor.’’ diyerek getirdikleri ile iftar eder.    

Ve tavsiye edilen ‘’Mekarimi ahlak’’ on şeydir. Sözü doğru olarak anlamak, harpte sadakat göstermek, fukarayı ve isteyeni boş çevirmemek, iyiliği karşılıksız bırakmamak, emaneti muhafaza etmek, sıla-i rahim yapmak, kendisini komşuya karşı borçlu bilmek, yol arkadaşına kendisini tercih etmek, misafir ağırlamak ve hepsinin başı utanmak haya etmektir. 

Utanın haya edin; haya kişinin mahremiyet sınırlarını bilmesini sağlayan ve onu hayra yönelten fıtri bir duygudur. Haya duygusu imanlı gönülleri sevgi saygı ve güvenle doldurur. Aşırılıkların önüne geçer. Huzurlu bir toplum oluşturur. Haya; vicdan  rahmet ve utanma duygusunu içinde barındırır. Haya  insanın özünde var olan duyguları; Mevlâ’nın belirlediği ilkeler doğrultusunda iyiye yönlendirmesi dir. 

Allah’tan utanmak, haya etmek imandandır. Kim haya etmeye devam ederse Allah’ın sevgisine erişir. Allah’a inananlar, İşiten gören ve herşeyden haberdar olanlar  bilirler ki; yanınızda kimse olmasa da siz yalnız değilsiniz, her an O’nunlasınız. İşte bu daima onun huzurunda bulunma şuuru, sizin kendi kontrol sisteminizin gelişmesine yardımcı olur. Müminler haramdan uzak durmak ve iffetli olmak şartıyla kendilerine mal, can ve bedenin emanet verildiğini bilirler ve bunlardan hesaba çekileceğini  unutmazlar. 

Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus; ‘’Sadık bir kul Allah’a yıllarca teveccüh etse sonra bir lahza yüz çevirse kaybı çok büyük olur.’’ gerçeğidir.  İmanlının bir lahza yüz çevirmesi mümkün değilde, şeytanın hilesi çoktur, Bilhassa ölüm esnasında aldatmaya çalışır.  Siz siz olun kalbinizin, gönlünüzün kapısında bekçilik edin, bekleyip durun  dikkat edin. Güzel halinizi muhafazaya özen gösterin. 

İnsan bu dünyada iyi, hayırlı ve faydalı işler yapmak, doğru ve güzel davranışlarda bulunmak için vardır. Kötü, yanlış, çirkin ve zararlı şeylerden kaçınmak ve bunlara engel olmak da insanın en temel görevidir. İmanın ve bütün ibadetlerin bize kazandırmak istediği bir diğer hasletin adı iyiliktir

İyilik gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen yaptıklarımız;  kötülük ise insanlar doğru saysalar bile gönlümüzü huzursuz eden, içimize şüphe bırakan yapıp ettiklerimizdir. İyilik yaratılışın temel gayesidir. İnsanı yaratan, nimetlerle buluşturan, koruyan, bağışlayan ve rahmetiyle kuşatan Rabbimiz hangimizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.

Yaşadığımız hayat bir iyilik yolculuğudur.  İyilik insanı insan kılan değerlerin tamamıdır. İyi bir kul, iyi bir evlat, iyi birer anne baba, iyi bir komşu, iyi bir dost olmak en büyük saadettir.  İyilik bir iman davetidir. Kimi zaman güzel bir ahlak, erdem ve fazilettir. Kimi zaman da hayır, hasenat, sadaka ve zekattır. İyilik bazen bir tebessüm, bir kucaklama,  tatlı bir söz ve bir güler yüzdür. İyilik, iyilerle birlikte iyiliği yayma çabasıdır ve iyilik İmanın ibadetin en yüksek makamlarındandır. 

İslamın kemali iyilik ve ihsanladır. Namaz oruç hac zekat ise onlar yapmak zorunda olduğumuz ibadetlerdir. Ancak bu ibadetler  usulüne uygun olarak, dikkat ve özenle yapılırsa eğer o dahi ihsandır. İslamın kemalidir. 

Bir kimsenin sağlıklı ve mukim halinde devamlı yaptığı iyilikleri olsa; hastalık veya yolculuk kendisini bu iyiliklerden  alıkoyarsa;  o kimseye sağlıklı ve mukim iken yapmakta olduklarının sevabı da yazılır. Ne kadar iyilik hizmet ibadet yapılırsa  o kadar iyidir de; ancak gücü  yettiği kadarı ile iktifa edilmesi tavsiye edilmektedir. Belki biz yorulur usanır devam edemeyiz . Önemli olan kişinin devamlı yapacağı kadar yapmasıdır. 

Hayırlarda öyle; farzların dışında yapılmak  istenilenler  yapılmalı; hayır yapmak itiyat edinilmelidir.  Devamlı yapılan hayırlarda bereket vardır, candan gönülden yapılan hayırlar  yükte olmazlar. Büyük sevapların  kazanılmasına sebep olurlar.

Hayırla ilgili olarak; ahiret gününde bazı ilginç durumların  olabileceği de bildirilmektedir. Günahkar olarak kabre konulan kimselerden; kendisi adına hayır yapılan, sadakayı cariyesi  olanların; ahiret günü kabrinden günahsız kalkmasının mümkün olabileceği bildirilmektedir.  

Onların salih evladı vardır dua etmiştir, onun adına cami mescit yapılmıştır, anasını babasını seven çocuğu onların adına hayır yapmıştır. yaptıkları hayırlara hasenata onları ortak etmiştir. Bu bakımdan bizde hayırlı işler yapmaya hırslı olalım, geçmişlerinizi hatırladıkça onlara hayır dua edelim .

Bizde Namus ve iffetin ne kadar kıymetli ve övünmeye değer bir sıfat olduğunu  bilmeyen yoktur,  herkes bilir.  Aile anlayışımızda iffetin namusun kuralları inancımız hükümleri ile tayin edilmiştir. Aile efradından kimin mahrem kimin namahrem olduğu, örtünmenin aslı esası başta olmak üzere her şey teferruatı ile öğrenilmesi; İnananların bunlara riayet etmeleri, sınırları aşmamaları istenmektedir.

Aile reisi babadır sorumlu olan odur, erkeklerin kadınlara göre sadece bir derece üstünlüğü vardır. Evdekiler babanın emirlerine itaat ederler. Ailede herkes bir bütünün parçasıdır, birbirlerini tamamlarlar. bir arada sevgi ve şefkat, rahat ve huzur içinde yaşarlar, geçinir giderler.

Aile de yuva önemlidir,  babalar çocuklarını dikkate itinaya alıştırır,  bilhassa delikanlılık döneminde onları takipde ihtimam gerekir, onlara zamanında temel bilgiler verilmeli, namaz  oruç  sevdirilmeli,  olumsuz huy kapmaları,  kötü şeylerle ilgilenmeleri o değilden çok yönlü izlenmelidir. 

Aile huzurun mekanıdır, herkes orada kendi işleri ile meşgul olurlar, karşılıklı sevgi ve cazibenin devamı için gerekenler yapılır, ihmal edilmez.  Aile yuvası hepsinin dünya ahiret saadeti içindir;  huzuru kaçıracak durumlara hallere  izin verilmez,. Herkes hakkın verdiğine razı olur şükrederler.

Bir ev halkına eğer rıfk nezaket verildi ise mutlaka ödüllendirilmiştir, kendilerine yumuşaklık güzel ahlak  verilen aile fertleri bunlardan faydalanmış  erdemli kimseler olmuşlardır.  Bu  tür rıfk ve nezaketten mahrum edilen ailede ise kargaşa vardır; onlar, mutsuz umutsuz huzursuzdurlar,

Ailede iyi niyetli  olanlar; kendileriyle ülfet edilir kişilerdir. Onlar çevresinin ufak tefek arıza ve kusurları görmezler, ayıp hata aramaya kalkmazlar,  cemiyet ve  ailesi içinde  hoşuna gidecek nice meziyetleri bulurlar.  Kimsenin hoş olmayan hallerini aramazlar, görürlerse o hallerin ıslahına çalışırlar. 

Bizim aile kurallarımız sağlamdır. Yakın geçmişte Cenap Şahabettin ‘’Evrakı Eyyam’’ mecmuasında yayınlanan bir makalede, çoğu insaflı yabancılar gibi müslüman aile konusunda: ‘’ İslamın sağlam aile yapısına şahit olan’’ Fransa’nın en büyük kadın şairi olarak vasıflandırılan Madam Delaro Mardirüs’ün; fikirlerine yer vermiştir: 

‘’Kadınlarınıza söyleyiniz; saadetlerinin kadrini bilsinler:  Örtülü yaşama  mecburiyetleri onları öyle ızdıraplardan korur ki,  ah! Şu benim omuzumda hıçkırarak ağlamış sevgililerimin adedini bilseler…  Kulaklarıma öyle feci yürek parçalayan  kadın şikayetleri  tevdi olunmuştur ki; balo tiyatro gibi yerlere kocaları ile giden kadınların kalbinin nasıl elemle dolduğu,  karısını kıskanan erkek yahut kocasını seven kadın için oraların nasıl bir azap yeri, bir cehennem olduğunu bana sorun… Anlıyor musunuz, bütün bunları karılarınıza kız kardeşlerinize anlatınız.’’

Bir bakıma Fransız kadınının cemiyet içinde  ne kadar zor durumda kaldığını anlatıyor.  İslamın kurallarına hak veriyor.  zaten kaynağından inancımızı bilen okuyan, inceleyen, ilgilenenler biliyor;  fakat maalesef müslüman bugün imanının izzetini artık yaşayamıyor, evlatlarını koruyamıyor, telafisi için yapılması gerekenler yapılamıyor, yapılacak olanlarda engelleniyor. Halbuki bu sahada daha fazla çalışma yapılması gerekmekte olduğu halde, yapılanlar  bir seviyede ve imkanlar nispetindedir.

Günümüzde “Ben inancımı yaşıyorum, Allah’ı seviyorum, Kitabımı peygamberimi biliyorum” diyenlere gelince,  onların önce kendisine bakması gerekiyor. Eğer seviyorum diyor sevmiyorsa; kuralları göz ardı ediyor, uygulamıyorsa; elifi bilmiyorsa, Kur’an’ı okumuyorsa; ilmihalini merak etmiyorsa, namaz kılarken, Kur’an okurken, farkında olmadığı kusuru, hatası, günahları varsa, artık onun bilgilenmesi, kendini ıslah etmesi gerekir. 

Şunu iyice  bilmemiz lazımdır ki; aleyhimizde olan her şey kendimizin bir yanlışından kaynaklanmaktadır, biz ne ekersek onu biçiyoruz, bunu unutmamamız lazım. Bir kimse yapacağını düşünerek yapar, kendisini dengeler durursa, teyakkuzda olursa menfaatı olur, öfkesini tutarsa Allah ondan azabını men eder. Bir kimse Rabbine özür beyan ederse Allah onun özrünü kabul eder. Bir kimse dilini tutarsa Allah onun ayıbını örter. 

Herkes bildiği kadar yapacaklarını bir önem sırasına koymuş, onları yapıyor ve ancak onlarla kazanç sevap  umuyor.   Halbuki yapacakları içinden ibadet itaat olmayanlara sevap verilmiyor, onlar sadece kendini zora sokuyorlar.

Herkesin noktayı nazarı başka; İşleri de düşüncesi paralelinde; dünyada bir çok imtihanla karşılaşacak, vücuduna ihtimam edecek, kendisine bakacak, ölüm yaşayanlar için ibrettir, arada ölümü hatırlatacak da bütün bunları hesaba katmamış  düşünüp öğüt almamış yolunu düzeltmemiş. şimdi ne olacak.

Dünya sahipsiz değil ki; Mevla azgınlık yapanlardan ve onun yardımcılarından intikam alır. Kötülükleri sebebiyle onları bu dünyada mahveder, mahkum eder, uzaklaştırır. Allah’a hamdolsun ki geçmişte zulmeden topluluğun  kökü kazınmıştır. 

Azabı hak eden kimselerin bu geçici dünya hayatında nimetleri, imkanları servetleri olanlar sizi imrendirmesin diye emir var. Onların elde ettikleri  haramsa haramın azabı vardır. Meşru olmayan şeylerin mahiyeti, akıbeti, aslı  bilinse mesuliyetli olduğu pek aşikar olarak anlaşılır. Mesela zenginlik saltanat mal mülk para ile ise, bunların dostu çoktur,  sahip olanların da düşmanı çoktur. Onların dünya saltanatı şehirlerde gezip dolaşmaları geçicidir, Ahirette ise müminlerin nail olacakları nimetlere göre onların kazançlarının hiçbir kıymeti ehemmiyeti yoktur.

İnançlarını bir oyun, bir eğlence edinen, kendilerini dünya hayatı aldatanlar ve uyanamayanlar, yardım görmüyorlar, ancak bir şekilde onlara zaman zaman öğüt veriliyor, imtihan ediliyor yola gelsinler isteniyor, dönmeleri bekleniyor da;  eğer öğüt almazlarsa, sonunda ecelleri geliyor.  herşeyi alınıyor. kefenlenip namazını kılınıp yerine gömüyorlar. 

Ölüm ile herkes ister istemez  berzaha gelip teslim olacak,  Yapıp ettiği, düşünmeden söylediği, bakıp gördüğü,  kulak verdiği, gönlünden geçirdiği ne varsa;  hepsinin sorumluluğu ahirette onu bulacak, bir ömür boyu bütün yaptıkları gözünü kapattığında, dünyasını değiştirdiğinde herkesi karşılayacak.

Günah işleyenler vebal yüklenenlerin ahirette hiçbir çareleri yok,  kazandıkları yüzünden helak için beklerler. Onlara  bir yardımcı,  bir şefaatçi olmaz,  yaptıklarına kendi dilleri gözleri kulakları elleri de şahit olur. İşledikleri bildikleri unuttukları hatalar, kusurlar  ayrıntıları ile birlikte içinde bulunan kitapları ahiret günü onları yayınlanmış olarak  karşılar. 

Günahkârın durumu bu. Hayatta  onların tövbe imkanı vardı, eğer onlar tövbe etselerdi  daha değişik olabilirdi.Tövbenin hakiki manası Allah’a dönmektir. Dili ile tövbe yalancıların tövbesidir. Tövbenin fiilen yapılması gerekmektedir. Pişman olacak, kötü halini ıslah edecek, iyiye çevirecek… Tövbe laf değil iştir, tövbenin ihmal edilmemesi gerekmektedir.

Teyakkuzda önemli bir unsur duadır. Dua ne kadar büyük bir imkan , hem ne kadar kolay. Allah “dua edin” buyurmaktadır ve herkese dua kapısı sonuna kadar açıktır. Dua kaderi ve takdiri değiştirir, ömrü artırır, iyi şeylere hayırlı işlere dua edelim, yardım isteyelim. Allah istediğimizi verir,  daha fazlasını verir. Ağzı dualı olalım,  ihlasla samimiyetle dua edelim, iyi bilelim, dua ibadettendir.

Vakit daralıyor… İşte fırsat henüz elimizde;  önce tövbede acele edelim sonra dikkatli tedbirli olalım ve inşallah  iman ibadet itaat hayır hasenat yapmaya çalışalım;  bunların hepsi tam bize göre ilaçtır. Hemen hayatımıza bir çeki düzen verelim, bizi yaratan Rabbimizin; kudret eserlerine bakalım, bize sayısız nimetler vereni iyi tanıyalım, O’nu daima hatırımızda tutalım, O’ndan haya edelim utanalım sevelim, unutmayalım.

Allah kimseye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz, En güvenli sığınak Cenab-ı Hakk’ın eşsiz kudretidir. İlim ve hikmeti, yardım ve inayetidir. O’na güvenmek, O’ndan yardım istemek mümin için hayat ışığıdır  O’na inançla ümitle dayanalım.,  Dua edelim, niyazda bulunalım, tövbe edelim, istiğfar edelim, şükredelim, Allah’a sığınalım.

Dünyada ahirette en mühim olan  Allah’ın rızasını kazanmaktır bilelim. Vaktimizi değerlendirelim; dikkat edelim, uyanık olalım, olabildiği kadar teyakkuz halinde bulunalım. Eğer bize bunlar zor geliyorsa artık nefsimizden şeytandandır, nifaktan küfürdendir. Onları saf dışı etmenin çaresi vardır.  çaresini arayalım. Biz daima bir ümit içinde olalım.  

İnşallah kulluğumuzu doğru dürüst yapalım diye bir düşüncemiz bir korkumuz da olsun.

Galiba kulluğun iliği özü  budur.

Dünya; dağları, denizleri, insanları, hayvanları üzerine doldurmuş, sırtlamış, gidiyor. Onun üç hareketi var; kendi etrafında döner, güneşin etrafında döner ve güneş sistemi ile birlikte dolaşır.

Güneş aynı zamanda bir takvim. Eğer takvime bakarsanız yarın sabah güneşin saat kaçta doğacağını, akşam kaçta batacağını görürsünüz. Onun kendisine has, hassas bir görevi var. Sabah tam vaktinde doğar, yükselir, tepeye çıkar, döner dolaşır akşam tam vaktinde batar. Doğduğu yön doğudur, battığı yön batıdır.

Doğu, batı ana yönlerdir. Her evin, yerin, kentin, memleketin doğusu batısı vardır. Türkiye’nin batısında Avrupa kıtası bulunduğundan irili ufaklı Avrupa devletlerine halkımız pek çok konuda kısaca “Batı” deyip geçmektedir.

Batı avrupadır. Batı ile ilgi çok önce başlamıştır da son birkaç asır batı bu ülkenin gündeminden hiç düşmemiştir. Resmi kuruluşlar, üniversiteler, okullar, sanayi, ticaret ve mali kuruluşlar, turizm ve kültür faaliyetleri batı dikkatle izlenerek düzenlenmiş ve içtimai hayat, evler, yerler, şehirler batıdan örnek alınarak planlanmıştır. Bu bakımdan batıyı artısı eksisi ile öğrenmek için Cemil Meriç’in ‘’Umrandan Uygarlığa’’, Dr. Sigrid Hunke Nin ‘’İslam Güneşi’’ eserlerinden, muteber kitaplardan ve güncel bilgilerle tanımanın faydalı olacağını düşündük araştırdık.

Dr. Sigrid Hunke, batının kendi kaynaklarına göre düzenlediği, pek çok dile tercüme edilen eserinde; “Mağrur ve sömürgeci batının; müslümanların yalnız ilmini, tıbbını değil, müşahede metodunu, hukuk kurallarının çoğunu, matematik, astronomi, fizik, kimya bilgilerini ve aynı zamanda görgüsünü, musikisini, mimarisini, masalını, oyunlarını, hatta giyinme usullerini bile aldığını” söyler ve bu gerçeği reddedilemez bir kesinlikle ispat eder.

Pek tabii olarak batının en yakın komşusu olan müslümanlar, tam yedi yüzyıl dünyaya  medeniyet ışığı oldukları oraları ve batılıyı  aydınlattıkları halde batılıların bu hususu ağızlarına bile almadıklarına hayret eder ve  “İslam’ın medeniyetini hiçe sayan, gizleyen ve karalayanların, müslümanlar hakkında insanlık dışı hüküm veren batılıların kınanması gerektiğini” ifade eder. 

Batı öyle bir toplumdur ki fertleri de, ülkeleri de çapulculukla palazlanmış, orada alınteri hor görülmüş, haklıyı  haksızı, iyiyi  kötüyü; ne yönetenler ne de yönetilenler umursamamış, onlarda yalnız kaba kuvvet saygı görmüştür. 

Batıyı daha önceleri İskenderi yunani’ ile Grek uygarlığı baştan başa sarmış, onları bir araya getirmiştir. Aslında Yunanlılar tabiat olaylarını fenle, bilimle anlayamadığından, sadece  hikayeler halinde görüp geçirdiklerini uzun uzadıya yazmışlar, bunları kitaplarında toplamışlar, bu kitaplar onların uygarlığının esası olmuş. Helenizm olarak batıda yayılmış, ancak  itikadlarının bir kaidesi olmadığından, bunlar karmakarışık acayip bir takım efsaneler olarak  kalmıştır.

Grek uygarlığını en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hürdür. Genç beyinsizler ve kart edepsiz kadınlar baş tacı edilmiştir. Her yıl binlerce insan kurban edilmiş, onlarca çocuğun kanına girilmiştir. Fakat bu uygarlık; bütün Osmanlı düşmanlarını bir araya getirmiş, Osmanlıya duyulan husumeti kabartmış. Batıyı bir uçtan bir uca bu kin üzerine toplamışlar ve bu uygarlık kendilerine mezhep olmuş; İngilizi, Fransızı, Almanı, Rusu bu kinde düşmanlıkta kaynaştırmıştır.

Bir toplum ki kabiliyete, asalete, servete, bütün meziyetlere düşman olmuştur, kah paralı askerdir, kah hayduttur, tek gayesi yağmadır. Her hayasızlığı tabiileştirmiş, ilahlaştırmış bir kavimdir. Kibirde, yalanda, edepsizlikte birincidir ve ancak ne etmişse etmiş; kibrini, yalanını, edepsizliğini ustaca kullanmış ve pazarlamıştır. 

Gaye yağma olunca batı sömürüyü meslek edinmiştir. Sömürgecilik başkalarının  yerinin yurdunun, zenginliklerinin bir millet ve devlet tarafından zorla ele geçirilip yağmalanmasıdır. Bunun son örneği batılılar tarafından orta çağlarda başlatılan hala devam etmekte olan bir süreçtir. Sebebi hammadde ve pazar arayışları, gelişen milliyetçilik, güçlü devletlerin gücüne güç katmak, nasyonel kültürel üstünlük kurarak ekonomik siyasi ve askeri çıkarlar aramak  sağlamaktır. 

Batılılar 1500 yılı başlarında Hindistan, Endonezya, Çin ve bölgedeki yüzlerce adayı sömürge haline getirmişlerdir. Buralarda sömürü ile vahşet bir arada yürümüş, hint adalarında yerlilere soykırım uygulanmıştır. Sömürgeciler daha fazla zenginlik hırsı ile yerlilere zulmetmiş, onları madenlerde, tarlalarda ağır şartlarda çalıştırmış, sakatlanmalarına  ölmelerine aldırmamış  seyirci kalmışlardır. 

Sömürgecilikte sonra bir gelişme olmuş, Batılılar Amerika’ya Afrika’ya yönelmişlerdir. Buralardaki yerliler asimile edilmiş, angaryaya tabi tutulmuş, haraca bağlanmış, kendilerine köle edinmişlerdir. Batıya taşınan ganimetler giderek artmış,  maden hasılat zenginlik ne varsa ülkelerine taşımışlar,  zamanla Amerikada sömürülen yerlerin nüfusu azalınca bunların yerine Afrika’dan getirilen zenciler oralarda köle olarak çalıştırılmıştır. 

Aslında Afrika’da sömürgecilik hareketleri Haçlı seferleri sırasında başlamıştır. Batılılar işgal ettiği yerlere çok sayıda batılıyı göç ettirmişler, oralarda Sömürgecilikten elde ettiği kaynakları hammadde olarak kullanarak sanayilerinde ilerleme sağlamışlardır. 

Esas ilginç olan gerçek;  batılıların sağcısı olsun, solcusu olsun çok azı hariç herkesin sömürgecilikten yana tavır koymasıdır. Bu bakımdan  sömürgecilik hareketleri hız kazanmış, sanayi devrimi ile öne çıkan  problemlerini kolayca çözmeye bakmışlardır. Coğrafi keşifler sonrasında Portekiz ve İspanya’nın öncülük ettiği sömürgecilik yarışında İngilizler en önemli sömürge imparatorluğunu kurmuşlardır.

Sömürülen yerlerde sürüp giden istikrarsızlık, ekonomik çöküntü, açlık, sefalet ve sosyal problemlerle batılı ilgilenmemiştir. Bundan daha önemli tahribatı ise dil, din, kültür ve hayat tarzı üzerinde yapmışlardır. Vaktiyle Endülüs’te  islam alimleri batı kültürünü titiz bir tahlile tabi tutmuş ve değerli bulduğu bilgileri irfan hazinesine katmış, posasını batıya terk etmişti; müslümanlar hak hukuk konularında sağlam kurallara sahip olduklarından;  İngilizler  onları sömürge faaliyetlerine karşı kendilerine tehdit kabul etmişler, İslamdan, İslamın hilafet makamından daima rahatsızlık duymuşlar, İslam’a müslümanlara düşman olmuşlardır. 

Sömürü bir yana, bir şekilde sanayinin ekonominin gelişmesi ile sosyal hayat bir değişime uğramış, batılı hayat seviyesinin yükselmesi ile düpedüz çıldırmıştır. Zira en sapığından en utanmazına kadar her türlü rezaleti edepsizliği yapmışlar, toplumun büyük kısmı doğal olan utanmayı unutmuş. Özellikle gençler utanmanın farkında bile olmamışlar. Batıda bunalımın boyutları çok daha açık ve net bir şekilde görülmeye başlamış. Ne edepsizlikler, ne sapıklıklar, ne akıl almaz kural dışılıklar… Nedir bu insanların derdi, gelirleri de çok, iyi de şikayetleri hiç bitmiyor. Aslında onlara acımak bile gerek. 

Batıda aile yuvalarının yarısı kısa zamanda bozuluyor. Sevgisiz ve şefkatsiz büyüyen çocuklar hayata ve insana düşman olarak yetişiyorlar. Her biri gelecek için bir risk olan gençler, tabii  olarak öncelikle kendilerini tahrip ediyorlar. Ana baba sevgisi, çocuğa şefkat, yardım duygusu, komşuluk ilişkileri, akrabalık ve dayanışma gibi ulvi hisler sadece kanunun mecbur ettiği kuru zoraki iğreti bir çizgide sürüp gidiyor. 

Batılılar öz akrabalarına bile amca, dayı, ağabey, abla teyze hala diye hitap etmezler. Hani yaygın olan abla abi kelimelerini  bilmezler, kullanmazlar. Onlarda amca dayı hala teyze yoktur. Bazı hısım akraba isimleri batıda bulunmaz. Mesela elti, görümce, yenge, enişte isimlerine rastlanmaz. Batılı aile tipinde bunlar olmadığı için özel bir isimlendirmeye ihtiyaç duymazlar. 

Batılıların toplumunda  herkes birbirlerine pek dost değildir. Onlarda misafirlik kavramı, yakınlarını arama  sorma haberdar olma konusu yoktur. Ancak her yerde olduğu gibi burada da dedikodu vardır.  Toplumu birbirlerine bağlayan uzlaştıran ‘’hayırlı olsun’’, ‘’geçmiş olsun,’’ ‘’maşaallah’’, ‘’güle güle’’,  gibi  temennilerde bilinmez. 

Batılılar büyük bir yalnızlık ve tedirginlik içindedirler. Bu biraz da kişisel kaynaşmanın sadece menfaate çıkara bağlı olmasının sonucudur. Arada bir çıkar gaye yoksa kimseye selam bile verilmez, aile içi ilişkiler ise temelden kopuktur. Aile fertleri birbirlerinden soyutlanmıştır. Ne yapsınlar her biri yalnızlıklarını kedi köpek gibi hayvanlarla gidermeye çalışırlar. 

Batının asıl yalnızlığı ve yabancılaşması yaşlılıkta ortaya çıkmaktadır. Yaşlılar evde, sokakta, otobüste parkta hayatın günlük akışında yalnızlıklarının açıkça farkına varırlar. Evde işgale uğramış gibidirler. Diri canlı ele avuca sığmaz hareketli gençler, onları kendilerine engel kabul ettiklerinden, bir an evvel önlerinden atmaya bakarlar.

Yaşlı insanlar umursanmaz, yok sayılır, uzaklaştırılırlar. Her yaşlı insan batı düşüncesinin insanı nasıl bir yalnızlığa ittiğinin somut bir örneğidir.  Burada herşey karşılıklıdır. Karşılıksız bir şey vermek yoktur.  Dilenciler orada ancak şarkı söyleyerek, takla atarak, Akrobatik hareketler yaparak para toplayabilirler. 

Batılılar şehirlerde, yerlerin altına kat kat muntazam  metrolar yapmışlar; üstünü de dantel gibi işlemişlerdir de yine de şehirlerinin soğuk yüzü, kasveti, rutubeti, yer yer ağır kokusu fark edilmeyecek gibi değildir. 

Batılılar çok açık biçimde varlık içinde yokluk çekmektedirler. Adeta sahip oldukları zenginlik başlarına bela olmuştur, para pul onlardan öncekileri mahvettiği gibi onları da mahvetmiştir. İşte hippiler yuppiler ve benzeri toplum dışı yaşayanların davranışları…  Uzmanlar  bütün bunların batının bu gidişatına normal bir tepkiden kaynaklanmış olabileceği kanaatindedir. 

Onlar; manevi hayatı, dünya ahiret ferahlığını, sonsuzluğu, cenneti cehennemi gereği gibi takdir edemediklerinden; edebi kurtuluşu, ahiret huzurunu azabını bilmiyor düşünmüyorlar. Batıda kalabalıklar adeta sürü haline gelmişler. Neredeyse  kendileri için hayırlı olacak hiçbir şeyden haberleri yok. Hayatlarını mahvetmek de olan oyunlu içkili eğlenceli yaşama türüne  inatla ısrarla devam ediyorlar. Özellikle gençlerinin ve toplumlarının durumunu gördükten sonra, artık insanlık ve ahlak bakımından ’’Çağdaş uygarlık düzeyinin’’ nasıl bir aldatmaca olduğu açıkça görülmektedir.

Batı nedense edepsizliklere ezelden beri aşinadır ve yaptıkları da eski bir şarkının tekrarından ibarettir. Onlar her defasında akortsuz, alelacele ve dolu dizgin aynı şarkıyı söylerler. Çılgınlıkları şimdi çok daha yoğun ve yaygındır. Bunlar top yekün mukaddeslerini kaybeden toplumun karanlıklarda çırpınışından başka bir şey değildir. 

Batıda insanın tek değeri; ‘’Ne üretmiş ise, ne tüketmiş ise’’ odur. Kişilere ferman okuyan  ekonominin şuursuz, kanunlarıdır. Batı toplumu bu kanunların gereğini yapmakta; çocuğunu  çocukluktan çıkar çıkmaz yakalamakta, disipline sokmakta, bu defa ölçüsüz ilerleyişinin icaplarına göre eğitmektedir. 

Çocuğun bir ruhu olduğunu düşünmez,  onun baskı ile ezilen ruhu ne yapsın, sadece susar… Sonra kin beslemeye başlar. Göklere çıkardıkları ülküleri  onları dinlenmeden çalışmaya, alabildiğine tüketmeye zorladığından, çalışır tüketir. Yalancı bir refah dünyasının kısır döngüsünde güya bir  refah içindedirlerde onların refahı sahtedir.  Bu hallerininin ne kendilerine ve nede bir kimseye faydası olmadığını ancak sonra iş işten geçtiğinde öğreneceklerdir.

Batılının değer yargıları çıkar esaslı olduğu için;  kendilerine göre batı, sanki yüz milyonlarca nüfuslu bir şehirdir ve bütün diğer ülkeler bu şehrin banliyösüdur ve banliyösü olan ülkelerin görevleri ise dev şehrin sanayi mamüllerini pahası ile almak ve onlara ucuzca hammadde hazırlamaktır.

Batılıların çağdaşlık diye baştacı ettikleri, ihtiyaç duydukları malların metaların eğlencenin nihayeti bir nevi kokain, LSD, firengidir. Bunların her biri toplumu felce uğratan zehirdir. Asıl önemli olan  kendilerini  mahveden bu çirkin yaşam standartlarını  kötü niyetlerinden ve bile bile; ‘’Bunlar çağdaşlık standardı’’dır, ‘’Modernizm’’ dir diye,  bir şekilde  batıyı örnek alan ülkelerin masum gençleri arasında yaygınlaşması için canhıraş çalışmalarıdır.

Haçlı ordusu yenildikten sonra, batı kendisini’’Bozgundan bozguna  uğratan esrarlı kuvvetin’’ özelliğini keşfetti.  Ahde vefayı, civanmertliği, merhameti anladı kavradı da; kendine örnek edinmedi,  niyeti kötü olduğundan, aşağıdan aldı onları yenmek, bu özelliklerini tahrib etmek   için cenk meydanlarına değil onların zayıf taraflarına  nefislerinden giderek; onun vefasını cömertliğini merhametini suistimal etti. Onlara bir şekilde içkiyi edepsizliği rahatı tembelliği   önerdi, batıya eğitim için gelen gençleri yoldan çıkardı, sonra devam etti didindi uğraştı, en sonunda zafer kazandı.

Batılılar, doğuda gittikleri ulaştıkları yerlerden bilgi görgü edinmiş, sömürgelerden sağladığı imkanlarla zengin olmuşlardı. Bu süreçte çeşitli milletlerin  kültürleri ve bilhassa  müslümanların inanç ahlak mantığı karşılaşmışlar ve kendi durumları mukayese ettiklerinde şaşırmış, sarsılmışlardır.

Kendi kültürlerindeki kilise zorbalıkları, engizisyonlar zulümler, mezhep katliamları ve menfaat çatışmaları dolayısı ile zaten dinlerine besledikler inanç ve saygıyı kaybetmişlerdi, bu defa  kiliseye karşı çıkmışlar.  Ancak bir hamle yapmamış, arada ortada kalmışlar; canını sağlığını hesaba katmadan; kendine zararlı zevkli keyifli eğlenceli  yaşamayı tercih etmişlerdir.  manevi bir disipline giremediklerinden, bile bile hayatlarını tehlikeye atmışlardır. Bunun tabii neticesi olarak birçokları buhran geçirmiş, ruh ve beden sağlığını kaybetmişler, toplum bütün bunlardan olumsuz etkilenmiştir.

Batılı tanınmış bir ruh hekimi haykırıyor; söylediği şu:

 ‘’Batı bir kültür sefaletindedir. Toplum zevk ve hareket çılgınlığı yaşıyor, insanlar haysiyetini düşüncesini temelinden yıkan oyun eğlence içindedirler. Sanki onlardan istenilen,  onlara tavsiye edilen tek şey; içmek sarhoş olmak eğlenmektir. Televizyon da sinema da, edebiyat da edepsizdir. Artık çoğu kimse iyi ile kötüyü ayıramıyor. Toplum için cinnet ve ahlaksızlık müsbet ilim halindedir.  Biz hayatın zekanın ve maddenin infilakı ile karşı karşıyayız.’’

Batılı başka bir yazar: ‘’Sanayimiz teknolojimiz uygarlığımız bize birkaç yıl daha şüpheli zevkler sağlayacak da sonra; kısa sürede değiştirdiğimiz arabalara, bir mevsim giydiğimiz elbiselere, sokağa çöpe attığımız madeni plastik kaplara, her gün yediğimiz ete, doğurmak gebe kalmak hürriyetine, bunların hepsine veda edeceğiz, dahası bu imtiyaz ne kadar çabuk sona ererse, bizim için o kadar hayırlı olacağını’’ söyler. 

Batıdan bir diğer yazar da: ‘’Garib felaketler bizi bekliyor, çünkü bu bizim kendi eserimiz; fani olduğumuzu, acı çektiğimizi ve kimimizin kimimize kötülük yaptığını biliyorduk. Yeni bir şeyin daha farkına vardık;  şimdi soyumuzun kendini yok ettiğini de öğrendik. İnsanlar yüzlerce asırdan beri yaşıyorlar, ne var ki herkes bir asırdan beri o kadar övündükleri ve kendilerine imtiyaz saydıkları terakki adına hayatlarina destek olan çevreyi ve hayatın kendisini görülmemiş bir hızla harap ediyorlar. Bu tam bir intihardır.’’ 

‘’Bu bir beyaz tehlikedir, çok kimse felaketin farkında değil; kirlenen deniz, kısırlaşan toprak, zehirlenen hava, çatlayan sosyal doku, ezilen güçsüz ve yok edilen kabile… Bunları gören toplum; yine bütün bunlara rağmen; ‘’Gayri safi milli hasıla‘’ artıyor diye seviniyor, bir takım budalalarla beraber bayram ediyorlar. Ekseriyetin hiçbir şeyden haberi yok.’’ der. Ümitsizdir…

Bir başka yazar da kaygılıdır, batılıya tavsiyesi var; ‘’Bir kısım tekniklerin melekelerin fikirlerin, sirayet yolu ile ülkeden ülkeye yayılmalarını bir tarafa bırakın, mühim olan ülkeden ülkeye geçen inanç dalgalarıdır; ötesi teferruattır’’ der ilave eder; ‘’Devletlerle uğraşmanın ne alemi var, ekonomi ve teknikle vakit kaybetmek de abestir. Mühim olan inançla ilgili  sonuçlardır, zira din insanlığın en ciddi uğraşı, değişmeyen de insan mizacının manevi yapısı’’ olduğunu söyler ve kiliseye seslenir, yardım bekler, göreve davet eder, batıyı bu buhrandan çıkarmasını ister.

Picasso, İsmet Gülnihal’in hattatlarla ilgili kitabında anlatılır: Ressam Hasan Kavruk, çıktığı avrupa gezilerinin birinde , meşhur ispanyol ressam Picasso’nun Paris’teki atölyesine uğrayıp, izin verirse atölyesinde çalışarak çok şeyler öğrenmek istediğini belirtir. Bunun üzerine Picasso: ‘’Sen Türksün değil mi?’’ der. Sonra da oldukça ibretli bir şekilde: “Biz bugün sanatta, sizin eski hattatlarınızın yaptıklarını yapmaya çalışıyoruz. Sen hemen memleketine dön ve kendi hat sanatını incele.” der.

O batı sanatının geldiği bu noktada, ulvi eserlere yöneldiğini, konu sanat ise  onu geliştirmenin bu yönde olmasını tavsiye eder.

Nihayet Cat Stevens; Yunan asıllı  ingiliz şarkı yazarı ve müzisyen. 60 milyondan fazla albüm satmış, hatırı sayılır bir servet elde etmiş, ancak kendisi ile yapılan röportajlarda anlattığına göre; içinde bulunduğu uygar topluma, yaşadığı ekstra hayata ve her şeye rağmen ruhi bir boşluk içindedir, ismi  şanı şöhreti tüm dünyada büyürken O  arayışlarını sürdürmektedir. Dinlerle ilgileniyor, tüm eğilimleri yönelmeleri araştırıyor. Hatta uyuşturucuyu da deniyor, hiçbiri içindeki soruların  cevabını vermiyor, sadece kendindeki boşluğu büyütüyor.

Pek çok manevi ruhi yollardan geçiyor, ne yazık ki hiç biri kendisini tatmin etmiyor,  yönü olmayan kayık gibi ortada kalıyor. Vaktaki Kardeşi David’i Kudüs’te bir camide gördüğünde; kendisine ‘’İçimi rahatlattı.’’ diyerek verdiği Kur’anı Kerimi ‘’sanki bakalım içimi rahatlatacak mı?’’ diyerek okumaya başlıyor. Zaten arayış içindedir,  okudukça kendisini o öyle bürüyor ki; sanki o kendisi için var edilmiş, kendisi de onu okumak için yaratılmış. Bir buçuk yıl durmadan onu okuyor.  Bütün kelimeleri garip bir şekilde kendine yakın buluyor, içini erime duygusu kaplıyor. Artık islamiyeti tanımıştır, okyanusu bulmuş ırmak gibidir.

1976 da Atlantik’te denizin yüzme için müsait olmadığı  bir günde denize girer yüzmeye başlar, bir süre sonra kıyıdan uzaklaştığını dalgaların büyüdüğünü ve kendisini enginlere götürmekte olduğunu anlar, yorulmuştur boğulma derecesine gelmek üzeredir, durumunu anlar hemen Allah’a dua eder. Akabinde kendisini bir şekilde kıyıda bulur, kurtulur.

Ruh hali değişmiştir müslüman olur.Yusuf İslam adını alır. Müslümanlığına güzelce başlar. O yıllarca duruşu ile yaptıkları ile, hem müslümanın hem gayri müslimin kalplerine gönüllerine dokunmayı da başarır . İngiltere’de Cambridge’de müslümanların inşa ettiği camiye önemli katkıda bulunur, islama müslümanlara verdiği değeri her zaman öne çıkarır.

Batılı bazı gezginler düşünürler için; doğu güneşli çiçekli ufukları ile tanınan bir mukaddes  yerdir. Şark toplumunun herşeyini kadınlarının örtünmelerine kadar pek çok özelliğini takdirde ederler.  Şarktaki dindarlara gıpta edenleri, doğru düşünenleri çoktur. Ancak bu özelliklerin kaynağını araştırmak hiç akıllarına gelmez. Bir yöne meyletmiş, tanımış, bir yol ayrımına gelmişken bir adım daha ileriye gidemez,  bunların ilahi sınırların temelinden kaynaklanan yansımalar olduğunu anlayamaz,  bilemez ve düşünemezler.  

Batılı doğulu olsun herkes, nihayet bir insandır, idrakı insafı vicdanı vardır. Alim cahil  kim olursa olsun; ahlakın namusun iffetin iyiliğin pek kıymetli övülmeye şayan bir değer olduğunu bilir. Bununla beraber insanların önemli kesimi gerçeği bildikleri halde yaptıklarına ettiklerine söylediklerine; ahlakla ilgili kuralları ölçü kabul etmezler ve ihmal ederler, sonunda bunun bir vebali olacağını da hesap edemezler. 

Batılı şimdi refah içindedir, karnı toktur, belki mesken sıkıntısı, işsizlik sorunu yoktur, bol para kazanmaktadır. Ancak ruhen boş ve kupkurudur. Onlara islamın insanlığa sunduğu hayat hazineleri usulü ile ulaştırılsa anlatılırsa ilgilenirler. İslam her şeyden önce inanç ibadet ve ahlak sistemidir.  Gerçek bir dindir, eğer bunu kendimize veya başkalarına öğretmek istiyorsak, uzun kısa yolları bırakıp kendi metotlarımızı; ehli sünnetin önderlerinin usulünü örnek almalıyız.

Yakın geçmişte batıya giden aydınlarımız onlara örnek olamamışlar. Osmanlı onları öğrenci olarak avrupa’ya gönderdiğinde; şahsiyetlerini muhafaza edememişler, mütevazi olmuşlar, batılılar alınmasın diye namus iffet  hazinelerini gizlemeye çalışmışlar, sonra manevi zenginliklerini unutmuşlar, daha sonra batının putlarını takdis etmişler, beğenmiş benimsemiş onlara hayran olmuşlar şaşırmışlar ve papağanlaşmışlar.

Batıyı örnek alanların,  batı kültürü ile sürekli haşır neşir olanların; şaşırmaması bunalmaması, korktuklarına kapılmaması, haysiyetlerinin kaybolup gitmemesi mümkün değildir. Tedbirsiz kişiler batının kültür girdabına dayanamazlar. 

Ülkemizde uzun yıllar önemli görevlerde bulunmuş, toplumumuzu yakından takip etmiş bir batılının ayrılışında bizden bir arkadaşına söylediği şunlar:

Sizde batı toplumunun lügatında olmayan deyimler var. Gurbete, askere gidecekler ziyaret edilir, ‘’Allah kavuştursun.’’ denilir; hasta ziyareti sadece yakın akrabaya değil komşu, hemşeri, arkadaş vesaireye de yapılır; ‘’geçmiş olsun.’’ denilir. Sizde misafirlik hala yaşamaktadır, misafir gelir kalır yer içer gider karşılık düşünülmez. 

Sizde ana baba çocuk ilişkileri hala sağlamdır. Gerçi batıda ve diğer yerlerde ana baba ve çocuk arasında olumlu ilişkiler vardır, ancak Türkiye’de yaşanan derecesine başka bir yerde rastlanmaz. Sizde anneler çocukları için çok fedakarlık yaparlar. Sizde kadınlar genç yaşında eşlerini kaybetseler bile çocukları için yaşamaya başlar, onlar için ne eder eder, ‘’saçını süpürge eder’’ büyütür adam ederler.

Komşuluk münasebetleri sizde yakın akraba gibi algılanır. Komşular günün her saatinde kapısı çalınacak, ihtiyaç istenecek, telefon açılacak kimseler olarak düşünülür. Komşu hasta olsa yoklanır, ilgilenilir yardım edilir. Vefatları halinde evine namazına mezarına koşulur, evlerine yemek taşınır, acısı paylaşılır. 

Sizin çok önemli özelliğiniz büyüklerinize itibar etmenizdir. Sizde ihtiyarların yaşlandıkça itibarı artar. Batılı toplumlarda  yaşlananlarda başlayan panik sizde yok. Çünkü orada yaşlılar gençlerden saygı, yakınlık, yardım görmezler. Çocukları onları aramaz ancak devletin sağladığı haklarla kendilerine kurumlarda yer bulabilirler. Toplumdan kopuk bir köşede yalnızlık hastalığına duçar oldukları halde kendi başına bırakılırlar. 

Netice itibari ile sizde gizli örtülü, sessiz sedasız işleyen bir güvenlik sistemi var. Bu sistem ile insanlara zekattan sadakaya, iyilikten yardıma kadar gönüllü bir destek dayanışma sürüyor. Halbuki batıda büyük maddi külfetlere, vakıflara ve kanunlara rağmen hala sosyal güvenlik sistemi tam olarak oturtulamamıştır. Bu güzelliklerinizi siz fark edin. Tavizsiz biçimde korumaya bakın.

Bunlar vaktiyle uzun süre yurdumuzda görev yapmış batılının tespitleri ve tavsiye ediyor; ‘’önemli özelliklerinizi fark edin kaybetmeyin’’ diyor da; artık biz her şeyi bilmemize rağmen nedense halen batıyı örnek almaya devam etmekte ve toplumumuzda  batıya eğilim süreci maalesef artarak sürmekte olduğundan, batılının bile  takdir ettiği özelliklerimiz aşınmaya devam etmektedir.

Batılıların kendilerini sadece bir beden saymasının ağır bedelini; yeni nesilleri çok acı bir şekilde ödüyorlar. Özellikle gençler  maddeci, bencil bir anlayışın ağırlığı altında eziliyorlar. Kaybedilen manevi, ruhi, ulvi değerler sebebiyle toplumları sarsılıyor, aile yapısı çöküyor. Batıda sevgi saygı şefkat feragat fedakarlık duyguları ya tamamen unutulmuştur ya da artık aptallara mahsus özellikler olarak kabul edilmektedir. 

Hani batı kuzey yarım kürede bir kısmı kutba yakın değişik bir iklimi var, soğuk ve nemli, sisli, puslu, maddi manevi sıcaklığı yok. Samimiyeti tanıyan. sıcaklık yakınlık ve sevgi ortamında yaşayanlar için batının çekici bir tarafı yok. 

Batılıda huzursuz; bazan arada sırada derin bir uykudan uyanır gibi olur. ağrısı sızısı derdi aklına gelirse ne yapsın, kendisini rastgele tedaviye kalkar. Yaralarını sarmak ister, ancak daima gecikmiştir ve daima dağınık bir tedavi uygulayabilir. Çünkü onlarda kutsallarına dokunacak diye bazı tedbir ve tedavi peşinen yasaktır. Batı sinir hastalarının, çaresizlerin  dilsizlerin toplumudur. Yaşadıkları yer ise şehir değil çöldür,  onların bir araya gelmeleri için hiç birşey düşünülmemiş, herkes soyutlanmış , kalabalıkların içinde tek başına yapayalnız bırakılmışlardır. 

Batılının halini kimileri: ‘’kapana tutulan farenin telaşına’’ benzetmişlerdir. Orada ilim haysiyetini kaybettiğinden. Ahlaktan söz etmeye kimsenin hakkı yoktur,  idealizmin ölesiye yaralıdır,  gerçekçilik ve realizm deyince akla sayısız günahlar ve sayısız cinayetler gelir batı  nevi şahsına münhasır toplumdur demişlerdir.  Batıda hem hırs suçlu hem feragat suçludur.  Toplum bir bakıma düzenli görünmesine rağmen; aksayan yönleri ile çöken tarafları olduğundan, dört başı mamur huzurlu bir hayat yaşamadığından örnek alınacak, gıpta edilecek, özenilecek, beğenilecek özellikleri giderek azalmaktadır. 

Batılı bu toplumun içinde, kendi durumunu idrak ediyor da, yapacağı fazla bir şeyde yok, onlar için sadece  iki kaçış var: Onlarda onu yapıyor ve kaçıyorlar; 

Birincisi pasif kaçış; bu kaçış  kolaya, benliğe, televizyona, teknolojiye kaçıştır. Ancak bu onların hayatını zenginleştirmez. Yaşayamadıkları hayatın sahtesini sunar, perişan eder. İkinci  kaçış ise tehlikeli bir kaçıştır. Bu kaçış gençlerin kaçışıdır;  onlar edepsizlik endüstrisine kaçarlar,  özelliklerini, şahsiyetlerini, kabiliyetlerini nesi varsa pespayeleştirirler ve kendilerini tabiattan koparırlar. Artık sonunda herşey onlar için bir sığınak olmaktan çıkmıştır. 

Bizden batıya giden orada uzun süre görev  yapan uzmanların izlenimlerine göre: Batıda açık saçık dolaşmakta olan kadınlar bile, kendilerine çevrilen dikkat ve nazardan sıkılarak  “Bu alçaklar bizi gözaltına alıyor’’ diye polise şikayette bulunmaktadır. Oralarda taciz sürüp gitmektedir, kendileri de bunlardan rahatsızdır. Eğer çok sıkı polis ve kanun korkusu olmasa, bu olumsuz düşüşün doğurduğu ruh sefaleti onları manevi tufana sürükleyebilir. 

Batı zaten her alanda pek çok olumsuz işaretler vermektedir. Başkalarının alın teri, acizlerin yeri yurdu, gelişmemiş ülkelerin doğal kaynaklarının üzerine haksız olarak kurdukları ekonomileri sarsılmaya devam etmektedir. Kim ne kadar uğraşırlarsa uğraşsın; zulümle bozgunculukla  kinle  ve kul hakkını hiçe sayarak kurdukları ekonomilerin çöküntüsü kaçınılmazdır. Aslı esası sağlam olmayan  kültürün medeniyetin uzun ömürlü ve evrensel olması mümkün değildir.

Batılılar kendi değer yargıları ve kültürlerinin iflas ettiğini anlamalarına rağmen, yinede bir zoraki gayret içindedirler; kendilerinin yiyip içip sarhoş olmaya, oyun eğlenceye ve israfa dayalı hayat tarzlarını ve tutarsız kültürlerini; inadına başkalarına benimsetmeye çalışmaktadırlar. Bir batılı şairin terennümü ilgi çekicidir:

“Batı fazilete düşmandır, cinayetin suç ortağıdır. Burada ilim yıkıcılığın emrindedir. İdealizm yalancıdır, realizm hayasızdır.“ der ve, ‘’Belki her şeyi kaybetmedik ancak her şeyin kaybedileceğini en nihayet anladıklarını’’ ilave eder. 

Batılı düşünürler; durumlarını bilirler anlarlarda ne yapsınlar, onlarda kendileri için çöküş tablosu çizerler. Yönetici azınlığın aktif gücü kaybolduğundan, onların kalabalıkları tutarlı  bir yola  getiremediklerinden yakınır; bir olumsuzluğun başlarına gelebileceğini tahmin ederler. Bu durumun kendilerini  ölüm döşeğine sürükleyeceğini de bilirler; fakat bir türlü ölüme katlanamaz, yok olmayı kabul etmek istemezler. 

Alkolün, uyuşturucunun, çılgınlıkların, edepsizliklerin akıbetini düşünen aklı başında batılılar feryad ediyorlar; ‘’Toplum bir gayesizlik, hedefsizlik krizi içindedir, biz bunun farkındayız, ancak musibetin boyutu bizi korkutuyor, yapacak fazla bir şeyimizin olmadığını da görüyoruz, burada birlik bütünlük söz konusu da;  özümüzü derinliğimizi, her cephedeki bütünlük altyapısını zayıflattık,  bugün bir şekilde bütünlük imkanı düşünmemiz lazım.’’ diye çare arıyorlar. 

Batının kültürü kendilerine  problem oldu. Bizim içinde kültür; yakın zamanlara kadar maarif iken, batı uygarlığını yurdumuza cömertçe taşımamız sebebiyle, kültürden ne anlayacağımızı bizde şaşırdık. Batıdan gelenler, kültür değil,  irfan değil, maarif değil, medeniyet değil de; peki nedir bu denilince; ona uygarlık adını koydular. 

Anadolu halkı batı uygarlığını hiçbir zaman  benimsememiştir. Batıdan gelen her mefhumu şüphe ile karşılamış; mahşeri vicdanı dile getiren Mehmet Akif merhum  batıyı; ‘’Tek dişi kalmış canavar’’ olarak ifade etmiştir. Halkın şuurundaki batının çağrışımı ise; sefahettir, zevk ve eğlenceye yasak şeylere düşkünlüktür, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden nefsine uymaktır, edepsizliktir, bütün bu yaptıkları aşırılıklar onları şımarık  bir toplum haline getirmiştir.  

Bizden olup da bugün batılının yaşayışını, hayatını, bir kısım ağırlığı olmayan bilgilerini, giyim kuşamını görüp beğenerek taklide davrananlar ve onların yaşayışını üstün görenler, onların  durumunu düşüncesini  idrak edemeyenler, bir tür cehalet içinde olanlardır.

Bizim ahlakımızın temeli, manevi gücümüzün kaynağı imanımızdır. Bu hem tarihi bir vakıa ve inkarı imkansız bir gerçektir, hem de sağduyunun aklıselimin ilmin ve inancın sonucudur. İtikadımız herşeyden önce ilahi bir esastan kaynaklanmaktadır. Asli hüviyetini ve saflığını aynen muhafaza etmektedir. 

İtikadımız kişinin; ruhunu bedenini maddesini manasını dünyasını ve ahiretini bir bütün olarak ele almaktadır. İnsanın hiçbir cephesini ihmal etmemektedir. Onun hiçbir ihtiyacını karşılıksız cevapsız  bırakmamaktadır. Kişinin sağlığını, neslini, selametini ve bekasını ele almakta, İnsana İzzet ve şeref tanımaktadır.  Haklarını ve vazifelerini bildirmekte,  ahlaki kurallar koymakta,  gönüle hitap ederek iyiliği güzelliği tavsiye ve telkin etmektedir.  Sevdirerek yönünü yolunu bulmasını sağlamaktadır.

Geçmişte olduğu gibi bugün dahi  şarklı garplı, asyalı afrikalı,  avrupalı amerikalı aydınlar, düşünürler, bilim adamları, araştırıcılar ve aklı selim sahibi nice kimseler; islamı incelemekte, onun pak inancına , yüksek ahlak sistemine hayran kalmakta müslüman olmaktadır,  onu savunmakta, ona itibar etmektedirler.  ***

Biz inanıyoruz da ülkemizde batının uygarlığını anlamayanlar çok, artık bizdede her köşede tekel bayileri ve tüketim istatiklerine göre içki tüketimi artıyor, oyun eğlence tercih ediliyor.  Batının bir bakıma  kendileri için şikayetçi olduğu durum yurdumuzda yetişkini genci harap  ediyor. Maalesef görünen o ki bugün galiba bizde onlardan farklı değiliz, hani şu kadar yıldan beri onları örnek alıyoruz onları izliyoruz ve özelliklerimizi manevi değerlerimizi birer ikişer unutuyoruz, bu durum hepimizi üzüyor. Aklımızı başımıza almamız lazım, daha  dikkatli olmamız gerekiyor.

Kim kötülüğü emreden nefsine uyar, canının istediğinde kendine zararlı olanı bile ihtiyaç edinir, lüksü gösterişi tercih eder, onu nereye sürükleyeceği belli olan ihtiyaçlarının ardı arkası kesilmeyeceğini bilmezse, onun ızdırabı hiç bitmez.

Kim maddi temizliği bilir bedenini temizler süsler, iç temizliğini kalb gönül temizliğini bilmez, temizliğe iyi niyetle besmeleyle  başlamaz ise onun temizliği eksiktir.

Kim kendisinin başıboş bırakılacağını sanır, itikadın inancın sınırlarını bilmez, yaptıklarından sorumlumlu olacağını aklına getimezse aldanır. Valinin halkından, memurun görevinden, işçinin işinden, babanın ailesinden, ananın evinden çocuğundan sorumlu olduğunu bilmesi gerekir. Kim kul hakkının önemini anlamazsa, hakkı geçene hakkını  ödemez helal ettirmezse,  manevi sınırları çiğnerse kendisine zulüm etmiş olur. 

Kim nikah nimetinin şükrü eda edilemeyecek büyük bir nimet olduğunu bilmezse, nikah da aldım vardım derken, boşadım derken işin ciddiyetini idrak etmezse, nikahı mahremiyeti boşanma kurallarını hafife alırsa, helalı helal, haramı haram kabul etmezse, evlilik muaşeret  kurallarına uymazsa, dünyasını ahiretini kaybeder.

Erkek kadın olsun kim tesettür konusunda kurallara uyar sakınır korunursa iffetli kalır,  yolu açılır. Kim inancı olduğu halde  etraftaki açık saçık giyinenleri  görerek, onlara uyarak örtüsüz tedbirsiz dışarı çıkarsa, onun hürriyetini vakarını izzetini iffetini koruması mümkün değildir.

Kim kendisine emanet edilen, nimeti imkanı ölçüsüz kullanırsa israf etmiş olur. İsraf  nimetin sahibine karşı saygısızlıktır, israf haramdır. İsraf kapsamlı bir kavramdır, akıl nimetini imanla hikmetle kullanmamak en büyük israftır. Kısacık ömrümüzü dünyaya ahirete faydalı olmayan boş meşguliyetlerle heba etmek zaman israfıdır. 

Zararlı alışkanlıklar ile ihmal ile; zihnin bedenin tehlikeye atılması sağlığın israfıdır. İlmimizi tecrübemizi insanlığın hayrına kullanmamak bilgi israfıdır. Yaratıldığımız beslendiğimiz toprağı, hayat kaynağımız suyu, her nefesimizde muhtaç olduğumuz havayı kirletmek tabiat israfıdır.

Özetle; bunlar dünyanın ahiretin geçerli kurallarındandır. Batıda batılılar geçerli kuralları aramadıkları bilmedikleri için inanç noktasında ciddi olamıyor bilerek bilmeyerek ihmal ediyorlar ve biz onları bir uzun süre  örnek alarak  bugünlere geldiğimizden, artık bizim batı ile pek farkımızda kalmadı gibi…

Bu hususta kusurlu hatalı yer yer günahkar olduğumuzu da  biliyoruz. Ancak bizim sahibimiz var. Biz ona inanıyoruz. Emirlerini tutuyoruz, yasaklarından kaçıyoruz. sabah akşam beş vakit dua ediyoruz, günahlarımıza tövbe ediyoruz. 

O güç ve kuvvet sahibi kullarının kusurlarına bakmıyor, bize yardım ediyor.  Biz O’na İnanç noktasında samimi olmaya çalışıyoruz. O’nun rızasını hoşnutluğunu arıyoruz. Başımıza musibet geldiğinde O’na yalvarıyoruz yakarıyoruz. 

Gücümüzü aşan büyük bir musibet gördüğümüzde çaresi için derde düşersek hepimiz, hatalı suçlu olduğumuz halde O’na yöneliyoruz,  çare istiyoruz da;  belkide içimizden günaha hataya bulaşmamış biride  el açmıştır, istenecek yerden yardım istemiştir. Dualar sebebiyle,  Allah hepimizin yolunu açıverir selamete çıkarız. 

Dikkatli olmamız lazım; yumuşak huylu, güzel ahlaklı, nazik, hoşgörülü,  sabırlı,  hayalı ve mütevazi olmaya çalışalım.

Kayıtsız kalmanın, ağırına almanın, neme lazımın lüzumu yok, ancak sorumluluğu var.

Bilelim. Unutmayalım…

Sevgi; insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten  duygudur. Muhabbet ise sevgi, sevme, sohbet, Ruhun kendisinden lezzet duyduğu şeye  meylidir. Sevgi herhangi bir  duygu olabilirse de muhabbet kalbin gönlün ruhun  tad  aldığı meyildir eğilimdir.

 İnsanlarla iletişim tanıma  tanışma gönül yolu ile olmaktadır. Sevmeyen ve insanlara kendini sevdiremeyen kimseler kendilerini iyi ifade edemezler,  kimseye de bir şey anlatamazlar. Bu bakımdan herkesin  neredeyse ilk işi sevmek, sevdirmek ve sevindirmektir. sonra haliyle davranışları  ile çevresine örnek olabilirler.

Sevgi temiz bir ağaçtır. Kökü sağlam, dalları göklere doğru, meyveleri ise gönüllerde dilde ve azalarda görülür.  Bu özelliklerle kalb gönül dil ve azalar da müsbet sevgi oluşur, bu sevgiden yararlı iş uğraş çalışma doğar, neticesi muhabbettir,

Sevginin kısımları sebepleri vardır;

Birinci sebep; her canlı için ilk sevilen şey kendi nefsidir, özüdür. Kişinin kendisini zâtını sevmesi,  varlığının devamını istemesi ve yok olmaktan korkması nefret etmesi demektir. Bu bakımdan insan yaşamayı sever, ölümden hoşlanmaz.

İkinci sebebi; ihsandır, nimet hediye ve iyiliktir. insan iyiliğin kölesidir. Gönüller kendisine iyilik yapanları, ihsan edenleri severler. Kötülük yapanlara da kızarlar. Bu hal fıtridir doğaldır,  yaratılışta vardır.

Üçüncü sebep; bir yarardan değil sadece güzel oldukları için; güzeli güzelliği  sevmektir. Dış güzelliğini çocuklar dahi fark ederler, iç güzelliği ise  gönül ile kalp ile  bilinir. İç güzelliği gönülden doğar, bu güzellik gizlidir, beş duyu ile anlaşılmaz, sadece eserleri ile bilinir.

Dördüncü sebep; insanların aralarında bir ilgi alaka münasebet olması, benzerlik bulunmasıdır. İnsan benzediği şeye meyleder. Çocuk çocuk ile anlaşır, büyük büyük ile ünsiyet eder. Her kuş kendi alayı ile uçar.

Beşinci sebeb; Allah sevgisidir. bu sevgilerin özüdür, açık ve gizli bütün manevi itaat ibadet  bu sevgiden kaynaklanmaktadır. Kulun rabbini sevmesi,  Allah’ın kuluna lutfu ihsanıdır,  insan  kendisini yaratan Allah’ı, ancak O’nun izni ile sevebilir diye bilgi var.

Biliyoruz ki; İnsanda bir nefis var dolayısıyle kendini sevmesi de tabiidir, eğer onu yaratan yaşatan  zahiri batıni özelliklerini tamamlayan cevher ve arazlarını meydana getirene inanıyorsa, o zaman zaten Allah’ı sevmesi  zaruridir.

Allah’ı sevdiğini herkes iddia eder, nefiste onu sevdiğini söyler, sevgi iddia etmek kolaydır.    Fakat onların sevip sevmediğini denemek gerekir. Alametlerle, sağlam delillerle sevgisini ispat etmedikten; imandan, İbadetten, hayadan, emanete riayetten, ahdine vefadan nasibi olmadıktan sonra onların; severim deyip aldatmalarına kapılmak doğru olmaz.

Allah sevgisi; O’nun aleyhinde konuşulduğunda insanlara kızmakla; iyilikleri övülmek sureti ile lehinde konuşulduğunda sevinmekle belli olur. bu sevgi için bir göstergedir. Alimi, abidi, ilmi veya herhangi bir hayır arzusunda bulunanları seven kimse de  mutlaka onları Allah için sevmiştir ve sevenede, sevgisi nispetinde mükafat vardır.

Yaratılanların en şereflisi insandır; etrafında ne görüyor, ne biliyorsa bütün varlıklar kendisi için yaratılmıştır, bunlar onun ne kadar kıymetli ve sevgili olduğunun alameti, işareti değil midir?

Tabiatiyle İnsan kendini yoktan var eden Allah’ı sever de;  ana karnında yetiştiren, sonra dünyaya çıkartıp çocukluktan kemale ulaştıran ve İslam dini gibi güzel bir din ile mümin kılan, akıl fikir  sağlık afiyet veren, mütenasip endam ile yaratan, kusursuz göz kulak gibi nimetler bahşeden sonra itaat ettiğinde cennetle; isyan ettiğinde  cehennemle cezalandıracağını önceden haber eden Allah’ı seviyorum deyip, gereğini yapmamak doğru olmaz..

Üstelik Allah’ı sevenler ona saygılı olanların maddi manevi kazançları büyüktür;  O’na olan sevgileri,kendilerini her türlü saygısızlıktan korur, günahlardan sakındırır, imanını muhafaza ettirir. Neticesinde O’nun katında ikram edilenlerden sevilenlerden olurlar.

Unutulmaması gereken bir husus var; İnsanı yaradanından alıkoyan her bir nimet, aslında nimet değil bir azaptır.  o nimet bir müddet sonra  insanı rahatsız eden dert olacak  şikayetler başlayacaktır. Yine insana verilen ve kıymeti bilinmeyen bir nimet, aslında ihsan ve iyilik değil, belki zevk ve sefaya götüren kendisini oyalayan zamanını boşa geçirmesine sebep olan bir beladır.

Kul Allah sevgisini dünyada kazanır, dünyada O’nu çok sevenler ahirette  mesut bahtiyar olanlardır. Bu sevgi ne kadar kuvvetli olursa, saadet o nispette artmaktadır. Bu bakımdan gönlü O’nun sevgisi dışında her şeyden temizlemek, başka sevgilere iltifat etmemek,  onu Allah sevgisi ile doldurmak gerekmektedir. Sevginin kemali, kalbin gönlün bütünüyle  onu sevmesi ile mümkündür.

Allah sevgisi bazı kimselerde o dereceye gelmiştir ki; onlar nimeti, belayı birbirinden ayırmazlar, çünkü  hepsinin O’ndan geldiğini bilirler, onları O’nun rızası sevindirir. İşte bu yaklaşım Allah için, rızası için hiçbir menfaat düşünmeden hasıl olan özellikli sevgidir. Bazen bu sevgi  yaradanın vaadettiği mükafatlara ve ahirette vereceği nimetlere olduğu gibi bazen de bütün bunların dışında yalnız zâtına mahsus olabilir. İşte  bu da sevgilerin incesi, önemlisi, en mühimidir.

Kıymetli her şeyin bir bedeli vardır; bu bedel altının elmasın kıymetleri nispetinde güçyetmez değerde olabilmektedir. Ticarette kıymetli olanlardan tenzilat ve indirim de yapılmaz.  Allah sevgisi ise manevidir, dünya malının kıymeti ne kadar yüksek olsada manevi sevgiler cari değerlerle ölçülemez. Bu bakımdan O’nun sevgisinin şöyle bir sıradan istek arzu gayret okuma öğrenme düşünme ile hasıl olması mümkün değildir.

Kişi ne zaman ahlakı güzel, rabbine sadakatlı, kamil bir mümin olursa, işte o zaman  onda  Allah sevgisi hasıl olabilir. Peygamberimizden” Allah’ın kullarından kendisine en sevgili olanı kimdir?” diye sordular. Cevaben ”Ahlakı en güzel olandır” dedi.

Mümin kardeşini sevindirmek onu sevmekle mümkündür. Mümini sevmekle sevindirmekle bir muhabbet hasıl olur.  Bu bakımdan mesela bizi sevmeyen kimseyi de bir şekilde sevindirmek faydalıdır;  Bu aslında kendisininde bizi sevmesi için kurulmuş bir bağdır. Müminleri sevmek sevindirmek;  Allah ve peygamberi sevindirmek olduğundan  bir ibadettir.

Sevginin en üst derecesinin muhabbetullah, Allah sevgisi olduğunu biliyoruz. Bu çok derin bir sevgidir.  Muhabbetullahın müminde galebe çalmasının  eseri; bu sevginin sevilen ile alakalı her şeye sirayet etmesi yansıması iledir. O sevgi öyle bir sevgidir ki; kuvvetlendiğinde kalbi gönlü kaplar, artık bu sevgi ondan başka bütün varlıklara da sirayet eder. Yerdeki gökteki mevcudat O’nun kudret eseridir.  O’ yarattığı için bütün mevcudat da sevilir.

Muhabbet; marifetullahın meyvesidir. Marifetullah usulü ile tefekkür, bir mürşidden tahsil veya lutfi ilahi ile kalbin inkişafı açılması özellik kazanmasıdır. Kalbi inkişaf edenler tam bir görüş ve basiret sahibidirler. Muhabbet marifetten sonra gelir. Marifet olmazsa muhabbet olmaz. Marifet ne nisbette kuvvetli olursa muhabbet de o nisbette kuvvetlenir.

Müminin kalbi melekut hazinelerinden bir hazinedir. Bir kimse kalbini hatıra ve vesveselerden muhafaza eder kurtarırsa, farzlarla nafilelerle rabbine yaklaşmaya çalışırsa, Cenabı Hak onu sever. Onu sevince de; onun gören gözü, işiten kulağı,tutan eli, yürüyen ayağı, akleden gönlü, konuşan dili olur. Rabbı o kulunu çeşitli ikramlar ile mükerrem eder, muhterem eder yükseltir. Burada konu ile ilgili bir olay anlatılır:

1970’li yıllar Ankara’sı;  Devlet Planlama Teşkilatı ve Sanayi Bakanlığı, sanayi kuruluşları ile meşgul.  Sanayi tesisleri ve fabrikalarının bulundukları  illerin gelişmesi büyümesi dolayısı ile; düzensiz olarak şehirlerin ortasında kalırlar, kendine has çevre kirliliği problemi getirirler, bu sebeple artık belirlenmiş başka illere taşınmaları istenir, yeni kurulacak tesislerinde yine oralara yönlendirilmesi ön görülür. Sanayi Teşvik Mevzuatı hazırlanır çıkarılır, yürürlüğe konulur.

Bu mevzuat ile az gelişmiş illerde belirlenen alt yapısı tamamlanmış yerlerde sanayi tesisi kuracak olanları; vergi indirimi, gümrük muafiyeti ve uzun vadeli kredi uygulamaları ile teşvik etmekte, desteklemektedir.

Teşvik, destek imkan var ya her yerde bir hareket başlar; sanayiciler hummalı bir faaliyet  içindedirler.  Mühendislik  büroları sanayicilerin yoğun taleplerini karşılamaya çalışıyorlar; fizibilite etüdü, kurulacak tesisler için proje, tatbikat projesi, detay proje hazırlıyorlar ve  makina teçhizatla ilgili piyasa araştırması vs yapıyorlar. İşleri başlarından aşkın.

Bu çalışmalarla ilgili olarak; Ankara’da bir mühendislik bürosu elemanları Ispartaya gidecekler. Birisi proje bürosunun sorumlusu Salih Bey; güven telkin eden başarılı bir yönetici,  muhabbet ehli, Hafızı  Kuran, beraber gideceği eleman inşaat mühendisi Fikri Bey; mutemet musalli, yakınım.

Büronun son model arabasını alırlar, Ankara’dan çıkarlar. Yolda bir yerde mola verirler devam edecekler. Mühendis arkaya geçer, uyuyacak. Isparta’ya gidiyorlar da Sandıklı ilçesi civarında  karşıdan gelen bir otomobille çarpışırlar. Feci bir trafik kazası olur. Karşıdan gelen arabadan dört  ölü bir sağ çocuk çıkarırlar. Bunların arabasından  arkada uyuyanın vücudunda kırıklar var, Salih Bey  komada. Bir nefes var, kan revan içinde. Kaza yerinden geçenler onları görür durur toplanır,  yardımcı olurlar. Polis gelir tespit yapar, bir şekilde kazazedelerin hepsini Isparta Devlet Hastanesine ulaştırırlar.

 İlk yardım teşhis ve tespitten sonra; o yılların hastanelerinin hasta odaları çok kişilik koğuş. Birinde buldukları bir yere hastaların arasına bu ikisini yatırırlar. Doktorlar sağlıkçılar girip çıkıyorlar tedaviye başlayacaklar da; Salih Beyde kırıklar ezilmeler kanamalar var, baygın, şuur kapalı. Arkada olanda bir kaç kaburga kırığı var, ufak tefek yara bere, fazla bir şeyi yok,  o kazanın dehşeti psikolojisi içinde üzgün ve endişeli.

Haberleri Ankara’ya gelir,  kaza öğrenilir de ne oldu nasıl oldu kimse bilmiyor, diye yakınları gidelim bir bakalım diye Isparta’ya ziyarete giderler.Hastanede Salih Beyi komada yatıyor bulurlar. Doktorlar kendine gelmesi için çevresinde… Durumu görürler, arkadaşını görürler ondan bilgi alırlar. Eh yapılacak bir şey yok sahipleri de gelmişler diye döner gelirler.

Bir kaç gün sonra Ankara’ya bir haber daha gelir; Salih Bey sizlere ömür derler. Allah rahmet eylesin, ailesine sabır metanet versin bu bir kazadır kaderdir takdirdir derler.  arkasından kırıkları tedavi edilmekte olan mühendis  Hastaneden taburcu olmuş haberi geldiğinde; Ankara’dan gidip onu bir süre için memleketine götürenler. Salih Bey’in ölümü ile ilgili tafsilatı getirirler.

Rahmetli komadan çıkamamış, birkaç gün hareketsiz yatmış sonra ne olduysa bir gece seher vakti hiçbir şey olmamış gibi doğrulmuş; ayağa kalkmış, yatağının üstünde dikilmiş, elini kulağına koyup, gür sesiyle ezan okumaya başlamış. Koğuştakiler uyanmış, usulüyle bir güzel ezan okunuyor, hastane çınlıyor, herkes şaşkın ‘‘Bu hasta komada idi, daha sabah ezanına iki saat var ne oluyor.’’ diye diğer hastalarda  ayaklanmış, nöbetçi doktor sağlıkçılar hastanede kim varsa koğuşa koridora toplanmış, bir yere ilişmiş,  ezanı dinlemişler, bir şeyler anlamaya çalışırmışlar da, kimsede ses yok.

Ezan bittiğinde Rahmetli sakin bir şekilde bir şey olmamış gibi,  yatağına inmiş, sonra uzanıp, elini başının altına koymuş, yorganı üzerine çekmiş, ses seda yok. Doktor başında; ‘’Hastanın durumu nedir diye, nefesine nabzına bakmış, ruhunu teslim ettiğini söylemiş.

Hülasa Rahmetlinin sevgisi muhabbeti ziyade idi,  her şeyinde bir incelik gözlenirdi, Allah için severdi kızardı, çevresindekiler onu iyi tanırlardı. Muhtemelen muhabbet ehli olduğundan bu zor günde   Rab’bı  onun eli kolu sesi sedası oldu,  hiçbir şeyi yokmuş gibi ezanın tekbirini şehadetini tehlilini usulü ile okuttu ve dahası güzel bir şekilde ruhunu teslim ettirdi.

Bu tür olağanüstü haller çok oluyorda bir süre sonra unutuluyor.  biz şahitli ispatlı olanını aradık. Aslında anadoluda kulaklar dolmuş, gözler görmüştür,  bu tür olaylara her yerde rastlanmakta diye bir olağanüstülük saymazlar. Maneviyat ilâhidir onun sınırı yoktur.

Yine konu ile ilgili bir başka olay; Rahmetli Haluk Nur Baki’den , O’nun babası Afyonkarahisar lisesinde bizim sınıfın yabancı dil Hocası idi. Bilgili görgülü müsemahalıydı, öğrencilerini severdi bizde onu severdik. Derken 1950’li yılların sonlarında hocamızın oğlu doktor olarak vilayete geldi, muayenehane açtı, aynı zamanda lisenin bazı sınıflarına dışarıdan kimya derslerine girerdi. Onu teneffüste çevresinde öğrencilerle görenler hemen kalabalığa koşar dinlerdi,  o çok güzel anlatırdı herkes  istifade ederlerdi.

Haluk Nur Baki sonra ihtisasını kanser branşında yapar,   hastalarına tedavi etmek şifa vermek için severek uğraşır,  gayret ederdi. ‘’Kanser Hastanesi’nde başhekim iken pek çok olağanüstü olaylarla karşılaştı. Bu olayları şahit olanlarla birlikte belgeledi, özel bir arşiv yaptı. Branşında  yaşanmış olayları bilime kazandırdı.  Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olay   anlatılır.

Serap adında genç bir hanım hastası vardır. Göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına çıkmak istemesine rağmen bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştır.  Kanser hastanesine başvuran Serap’ı doktor Haluk Nur Baki özel bir ilgi ile tedavi altına alır. Kısa bir süre sonra da Allah’ın izniyle  iyileştirir ve kendisine bütün diğer kanserliler gibi bundan sonra 5 yıllık sürenin çok dikkatli geçilmesi gerektiğini söyler.

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir’e gideceğinde doktorundan izin ister, kış aylarında olduğu için uçakla gitmesi şartıyla izni alır.  Ancak Serap uçak bileti bulamadığından doktordan habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar yolda mahsur kalır.

Dönüşünden kısa bir süre sonra hastalığı nüks etmiştir; kanser kemiğe ve akciğere yayılır, yürüyemez hale gelir Hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanmakta ve söylediği her kelimeden sonra ağzını cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalmaktadır.

Doktor sık sık hastayı  ziyaret etmektedir. Evine gittiği bir gün hastası  yine güçlükle konuşarak;  ‘’Doktor bey ben size dargınım.’’ der. Doktor ‘’Niçin’’ diye sorar. Derki:’’ Siz dindar bir insanmışsınız; niçin bana da Allahı ahireti anlatmıyorsunuz?’’ İnançlarının çok zayıf olduğunu bildiği için bu teklif karşısında oldukça şaşırır. Onu üzmemeye çalışarak der ki:

‘’Doktora ulaşmak kolaydır, parayı verirsin tedavi olursun ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın.’’

Hasta konuşmaya mecali olmadığından ‘’Ben o isteği duyuyorum.’’ manasında kafasını sallar. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman dersleri başlamış olur ve son günlerini yaşayan hasta için bu dersler hızlandırılmalı öğretime dönüşür.

Anlatılan iman hakikatlerini hasta bütün ruhuyla anlar kabullenir, arada sorular sorar. Vefatına bir hafta kala: Doktora ağır ağır ve zorlanarak; “Doktor bey ben ölürken ne söylemeliyim?” diye sorar. Doktor ‘’Senin durumun çok özel, kelime- i şehadet sana çok uzun gelir, o an gelince Muhammed (sav.) demek sana yeter.’’ der. Hasta anlar, o haliyle tebessüm ederek başını sallar.

Hasta çok ızdırap  çektiği için sürekli morfin yapılıyor uyutuluyor, doktoru arada geliyor bakıyor, derken doktor bir iş seyahati sebebiyle bir süre ziyaretine gidemez. Dönüşünde annesi doktora telefon eder haber verir; ‘’Serap bir haftadır morfin yaptırmıyor, sabahlara kadar inliyor ve çok ızdırap çekiyor.’’ der. Doktor hemen hastanın evine uğrar ve iğne yaptırmamasının sebebini sorar; hastanın cevabı onu ürpertir. Derki. ‘’ Ya  morfinin tesiri ile ölüme uykuda yakalanır ve son nefesimde Muhammed (sav) diyemezsem.’’ diye cevap verir.

Hasta öyle hassas bir hanımdır, bu arada doktordan kendisi için istihareye yatmasını ister; eğer birkaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yapılmasını rica eder.

Doktor ne yapsın hiç adeti olmadığı halde Cuma gününe rastlayan o gece istihareye yatar. Hastanın  acizliği hürmetine olacak ki;  salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezer. Ertesi gün ona; ‘’Hiç korkma  iğneyi yaptırabilirsin’’ der ve bu hasta veda niteliği taşıyan bu görüşmeden sonra son sorusunu sorar; yine zorlukla ve tek tek heceliyerek ‘’Doktor bey Azrail bana nasıl görünecek?’’ der. Doktor der ki ‘’ Kızım o bir melek değil mi?  Hiç merak etme sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.’’ diyerek cevap verir,

Salı günü doktor Serap’ın ağırlaştığı haberini alır, hemen evine gider ancak vefatına yetişemez. Ailesi tam manası ile perişan haldedir, sadece hastaya uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktadır. Doktoru görünce yanına gelir: ‘’ Doktor bey biliyor musunuz? Bu   evde biraz önce bir mucize yaşandı.’’ der ve devam eder:

‘’Serap bir saat kadar önce oksijen cihazını attı, yatağından kalkması imkansız olmasına rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, biz bütün ev halkı hayretten donup kaldık ve kelimeyi şahadet getirerek vefat  etti, vefat etmeden biraz önce de:’’ Doktor Bey’e söyleyin Azrail onun söylediğinden de güzelmiş..’’deyin diye haber bıraktı.

Bu hususta Hz Ömer’in tavsiyesi var: Ölecek hastalarınızın başında bulunun; onlara Allahı hatırlatın,  sizin görmediğinizi onlar görürler, aynı zamanda şehadet kelimesini telkin edin demiştir. Hastaya hatırlattılar  ya, hasta onların görmediğini gördü, kendisine abdest namaz fırsatı verildi, gördükleri onu sevindirdi ve kelimeyi şehadet getirdi,  Doktoruna  Azrailin nasıl geldiğini  haber verdi.

Sevgi muhabbet tevbe işte böyle; Allah tevbe eden kullarını sever, buna karşılık günahlarını bağışladıktan sonra onları daha çok sever. zira onları günah kirlerinden temizleyip arındırmıştır.

Allah ki; dostlarının gönüllerini  dünyanın aldatıcı pisliklerine iltifat edip onlara meyletmekten uzaklaştırdı. Sırlarını kendi zatından başkasını düşünmekten  temizledi de, o sırları kendi izzet ve ululuğu önünde devam etmeleri için  halis kıldı, orada marifet nurları parlattı, makamların sonunu derecelerin en üstününü muhabbet kıldı.

Sevgi muhabbet başka değil ancak manevi eğitimle ruh eğitimi ile oluşur. Allah kullarını sevendir, kendilerine sevgi gösterenleri sevendir, sevenlerin en büyüğüdür, sevilmeye en çok layık olandır, dostluğu kazanılmaya tek müstahak  olandır.

Özetle  bilinmesi gereken odur ki; bilip anlamadan sevgi tahakkuk etmez. Sevgi canlı ve anlayışlı olanların özelliğidir, tattığı hissettiği anladığı zevk ve rahatlık, duyduğu herşey; idrak sahibi için sevimlidir. Sevgi de gönlün zevk aldığı şeye meylidir.  Bu meyil kuvvetlenirse buna muhabbet aşk derler, işte bilinmesi gereken sevgi muhabbetin aslı budur.

Bitirirken sevgi muhabbeti arayalım, aktüalite madde var mana yok, günümüzün  dünya ile paralel yozlaşmış hayatı bizi aldatmasın, izleyip durduğumuz bu global hayat bir kargaşa bir taşkınlık tan başka bir şey değil.

Önemli bir hususta, günümüz bütünleşmesinin bir yansıması olarak dünyanın birçok yerinde  bizim kurallarımız gündeme girdi, avrupalısı amerikalısı bizimle ilgili bilgileri merak ediyor, öğreniyor, tanıyor benimsiyor, nihayet onlarda bir insan nefisleri varsa vicdanları da var,  işin ciddiyetinde olanlar anlıyor kavrıyor hak veriyorlar ve benimseyeni inanıvereni müslüman olanı eksik değil.

Ancak kötülükleri süsleyen iyi gösterenler de çok. onlar küfür düzeni kurmuşlar, bozgunculuk peşindeler, ellerinden geldiği kadar tahribat yapmaya çalışıyorlar, kalabalıkların nefisleri de çok şeyi bildikleri halde  hâla zevkinden sefasından olmak istemiyor.

Bizim kurallarımız sağlam, ilmihalimizde kolaylık var zorluk yok. Bizden istenen itaat, namaz, oruç, hac zekat ise bunların hepsi hayat bahşeden uygulamalar. Bunların  en ince ayrıntısı bile  bir başka emsalsiz nimet oluşturuyor. Günümüz dünyasının bütün bunlara ihtiyacı var.

 İş  bize düşüyor kendimize gelelim, bir adım ileri gidelim, samimiyetle ihlasla kurallarımıza tutunalım, meylimizi eğilimimizi ispat edelim. Sevgi muhabbet, yurtta alemde huzur sükun, dünyada ahirette saadet isteyelim.

Mevla kudret kuvvet sahibidir; dilerse önümüzü açıverir. Muradımıza ereriz.

Birisi Hz. Ali’ye; sünnetin, bid‘atin, birlik ve tefrikanın ne olduğunu sordu. Hz Ali:

  • Ey bu soruyu soran. Sual sormayı öğrenmişsin. Cevabını da öğren; anlayıver; ‘’ sünnet Muhammed (sav)’ in yoludur, bid‘at o sünnetten ayıran şeydir, cemaat  az da olsalar haklı olanların bir araya gelmesidir, tefrika ise çok da olsalar haksız olanların bir arada olmasıdır. ‘’ dedi. bizde anlıyoruz ki hakka gönülden bağlı olanlar  cemaat oluyor. 

Hatme bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmektir. Bir bakıma da gözü gönlü dünya ile ilgili şeylerden soyutlayarak topluca muayyen bir okuma, zikir, tesbih yaptıktan sonra dua etmektir. 

Hatmelerde önce istiğfar tesbih sonra Kur’an okunur sonra yapılan duaya iştirak edilir, orada bulunanların hepsinin amin demesiyle,  bütün müminlerin affedilmesi umulur istenir. 

Bütün kainat bizim anlamadığımız şekilde Allah’ı tesbih ederken,  O’na hamd ederken;  insanın özellikle müminin Allah’ı ihmal etmesi, hatırlamaması, aklına getirmemesi tasavvur bile edilemez. İnsan ruh ve bedenden meydana geldiğine göre, kemale doğru ahenkli bir gelişme ve dengeli bir ilerleme yapabilmesi için;  kendisinde hem maddi hem manevi terakki sağlamalıdır.

Bilindiği gibi iman etmek yüce bir varlığa bağlanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır.  İnsan kainattaki bütün varlıklara üstün olmasına rağmen  içinde hissettiği aczini zaafını; ancak yüce sonsuz bir varlığa bağlanmakla telafi edebilmektedir. Onun bütün maddi alakalardan sıyrılarak Allah’a tam bir teslimiyet göstermesi ile olgunluğa ulaşması,  kemale doğruya yönelmesi mümkündür.  

Abdulhalik Gücdevani Hazretleri: istikamette bize yol gösterir; ‘’Kulun tercih ile ne işi var?  Nereye gidin derlerse oraya gideriz, nerede olunuz derlerse orada oluruz. Kul olmaksa yapılacak olan işte budur’’ demekle islam iman esasları dışında bir tercih yapılamayacağını ortaya koymuştur. Bu kurallar hem dünyada hem ahirette insanları mutlu etmektedir.

Burada mutlu bir ailenin son birkaç ayını hatırlıyoruz. Siz Hatme Teyzeyi nerden  bileceksiniz, çevresi biliyor. Bir dönemde üç beş ay gündemde kaldı da tanıyanları sürekli onları izlediler konuştular düşündüler; başlarına gelen üzücü olayların arada bir gelişmesi ile sürüp giden   hüzün ve üzüntülerin artmasının etrafa yansımaları oldu. Sevenleri ne yapacaklarını bilemediler, onlara ve haberlerine odaklandılar ve kendi aralarında bir teselli arayıp durdular. Anlatılanlar şöyle:

Vaktiyle Asya’daki Türk illerinden Türkiye’ye muhacir olarak gelmiş dindar bir aile burada geçinip giderken nasıl olmuşsa evin babası Almanya’ya çalışmaya gitmiş. Uzun müddet  yurt dışında ailesi ile kalmışlar. Sonra İstanbul’a bir çocukları ile dönmüşler. Başakşehir’de sakin bir ortamda hayat sürüyorlar. Aile kurallı dikkatli ehli takva, korunuyorlar. 

Baba işinde gücünde çevresinde seviliyor. Ana evinde kendi halinde suskun, dinlemeyi seven, konuşmayan birisi. Kendisinin seçkin bir çevresi var. Hatmeleri takip ediyor, adını bilmeyenler ona Hatme Teyze diyorlar, o hatmelere saatinde geliyor ve diğerlerinin gelmesi beklendiğinden  uzun müddet kalıyor, sonra gelen geliyor çok beklenmiyor, hatme başlıyor. Bitince hemen evine dönüyor, yinede en fazla orada o kalmış oluyor,  vedalaşırken  üzülüyorlar, kimse çevresinden ayrılmak istemiyor. Bir bakıma cazibe merkezi. 

Kızları anasının babasının himayesinde yetişmiş, akıllı, uslu, becerikli bir öğretmen. Bekar, isteyeni var da babasını, anasını düşünüyor, gidemiyor. Branşı Almanca, vaktiyle hıfzını tamamlamış, hafızı Kuran. Öğretmen olduğu okulda gayretli, başarılı, öğrencilerini seviyor. Öğrenciler de onu seviyorlar, onlara olumlu katkıları oluyor. Ailenin yakını akrabası çok değilse  bile İstanbul’un başka semtlerinde ve taşrada hısımı eşi dostları var. Tabii gitmek gelmek seyrek oluyor. Daha çok telefon muhaberatı ile birbirini arayıp soruyorlar. 

Yurt dışından İstanbul’a gelince; farzın sünnetin inceliklerini bildiklerinden,  inançlarının kurallarını gözeterek komşulardan çevreden uzun bir süreçte güzel bir ortam kurarlar. Ramazan, bayram, Kandil, cami, cemaat, arkadaş grubu derken her aile ferdinin çevrede yakını, dostu, arkadaşı olur.

Bir ahenk içinde hayat sürüp giderken koronavirus 2020 yılı martında ortaya çıkar. Herkesin hayatını etkiler. Market, fırın, bakkal, kasap, manav, benzeri işyeri ve diğer zaruri olan yerler ve sanayi dışında her yer kapalı, sokağa çıkma yasağı var. Okullar online, düğün sünnet cemiyet yok. İlk sene camiler kapalı, sadece ezan okunuyor o kadar. Cenaze merasimi defin mezarlıkta, cenaze çok yakınlarıyla defnediliyor, sonrası bu kısıtlamaların çoğu birbiri arkasından kaldırılıyor.

Derken 2021 sonbaharında babanın eceli geliyor ölüyor ve evin direği göçüyor,  baba evinin reisi idi, dışarı işleri ona aitti  aşırılıktan uzak sakin bir hali vardı. her işin hakkından gelir idi, birikimi vardı sabırlıydı, takvayı tercih ederdi şüpheli olanları bırakırdı kendisini korurdu. Rahmetli vefat etti şimdi cenazesi kaldırılacak, 

Eşi, dostu, tanıdığı çok da ancak taşradan hanımının kardeşinin oğlu geliyor, defin işini üstleniyor, bir güzel hizmet ediyor, bir seçkin eş dost tanıdık onu taşrada akrabalarının bulunduğu yere defnedip geliyorlar. Taziye ziyaretleri nerede yapıldı ise, içerideki dışarıdaki akrabalar, gelenler gidenler sürerken sonra herkes evine yerine gidiyor. 

İki kişi kaldılar, bir ana birde kızı; yapayalnız baba onların dışarıdaki işlerini görürdü, şimdi kendilerine kaldı, yakın uzak tanıdıkları onların ‘’Nazlı kurallı bir aile’’ olduğunu biliyorlar ve işi gücü bırakıp; ‘’ Bunların babasız yalnız ne yaparlar acaba?’’ derdine düşüyor üzülüyorlar, kendilerinden çok onları düşünüyorlar. Ümitleri;  ‘’Allah yıkılana bir yardım ulaştırır da’’  bakalım bu nasıl olacak. Bir yardım bekliyorlar.

Derken  koronavirus dozunu artırır;  babasını kaybetme lerinden kısa bir müddet sonra kızlarının korona testi pozitif çıkar. İlacı verilir, evde karantinaya alınır. Annesi de yanında,  kızı hastalığı ağır geçiriyor ilaçları alıyor da  düzelemiyor. Daha sonra karantina müddeti bitmeden  ağırlaşıyor, yapacak birşey yok hastaneye yatırılıyor, solunum cihazına bağlanıyor. O hastanede, annesi evde karantinadalar. Hastalık hükmünü icra ediyor. 

İkisi de ayrı yerde, hiç böyle şeyler başlarına gelmemiş,  ikisi de hasta, baba sizlere ömür ve bir birbirinden ayrı yerdeler. Üstelik kızı tüpe bağlı. Bu virüs, bu bulaşıcı, ziyaret yasak. Bilgi telefonla alınabiliyor. Telefona sağlıkçı biri çıkıyor, Bilgi veriyor. Yaşlı ana yas matem içinde.  yanında kimsesi yok. komşular gelip kapıdan hal hatır ihtiyaç sorabiliyor da; karantina devam ederken ne oluyor, nasıl oluyorsa onun da eceli geliyor.  Evin anası da  ölü veriyor. 

Kızı hastanede,  kendisine yardımcı olan komşuları olayı öğrendiklerinde, yakınlarına akrabalarına, herkese haber veriyorlar. Hastanede yatan kızın bir şeyden haberi yok, yakınları o’na haber vermiyorlar,  Yine evin babasının ölümüne gelen çevreler,  daha başka akrabalar, taşradaki yakınları toplanıyorlar. Üzüntü haddinden fazla , yakın çevre defni üstleniyor ve bir asan üzere techiz tekfin yapılıyor, namazı kılınıyor,  bu defa istanbulda bir yere defnediliyor. 

Matem süresi kadar evde kalıyorlar, gelen giden ile ilgileniyorlar. Taziye, ziyaret, üzüntü, keder dolup taşıyor. Telefonla hastaneden de haber alıyorlar da hastanın durumunda değişiklik yok. Sonra kabul ediyorlar, inşallah iyi olacak ümidi içindeler. Sular duruluyor gibi. Sonra yine ümitleniyorlar bir değişiklik yok. Yakınları biraz daha   beklemiyorlar. belki kalanı oluyor herkes evine, memleketine dönüyor. 

Şimdi ilgilenenler dertte. Allah’tan Ümit kesilmez. İnşallah bir müddet sonra çıkacak, gelecek diye bekliyorlar. Hani hastanede yatan Hafize Hanımın arkadaşları, öğrencileri, yakın komşuları hep onu düşünüyorlar, “Hastanın anası öldü haberi yok”. Acaba çıkar gelirse ne biz yaparız,  o ne eder, nasıl dayanır diye düşünce içindeler. 

Tabi Mevla bir çıkış yolu hazırlamıştır da, inşallah nasip olur çıkar gelirse; tedavi onu yıprattı, bir nekahat devresi de olacak kim ilgilenecek, bakılması lazım tek başına ne yapacak. Bu sıkıntıları atlatabilecek mi diye, şöyle mi yaparız, böyle mi yaparız diye herkesi bir merak aldı. 

Yapılacak bir şey vardır muhakkak diyerek; çevrenin fikri alınırken, telefon görüşmeleri, bir araya gelmeler, teklifler, dilekler, sonra işte şimdi gecikmeden birşey yapalım derken, dediler ki bari beşyüz Yasin okuyalım,  bir de gayret edelim cuma’ya yetiştirelim, duasını yapalım, eh bir şifa olur, Allah bir lütufta bulunur, sağlık şifa  sabır metanet verir, bizim aklımıza gelenlere çare olur, hemen de başlayalım derler. O gün salı, cumaya kadar süre kısa, herkes dalgın düşünceli ve sağlıklı bir dağıtım  da yapılamıyor. 

Bunlar  Yasin okuyacaklar da derin düşünce içindeler. Hastanın zaten kimsesi yok, hastaneden bakalım nasıl çıkacak diye merak ediyorlar, oyalanıyorlar. Vakit bulanlar okuduğunu yazdırıyor, perşembe günü öğlen yazdırılanların sayısı 250 civarında. Yarın duası nasıl yapılacak diye gayrete geliyorlar, hamle yapıyorlar. Akşama doğru 300’e ulaştırıyorlar. Herkese ve yeni yakınlara haber veriliyor, acele edin uyarısı yapılıyor. İnşallah yetişsin istiyorlar.

Akşam üstü bir haber geliyor, Hafize hanım sizlere ömür. Bunlar Yasin’i tamamlayacaklar, yarın duası yapılacaktı,  hastaya şifa olacak diye, bir ümit içindeydiler. Haber geldi, böyle bir şey beklemiyorlardı, şaşırdılar yıkıldılarda düşünüyorlar şimdi ne yapacaklar,  iletişim sürüyor. 

Arkadan bir haber daha, cenaze namazı yarın Cuma namazından sonra kalınacak. Herkes hediyesini hazırlasın. cüz alacaklar yazılacak, Yasin sayısını tamamlayacaklar, ne yaparlarsa bildirecekler, duaya katılacaklar. Haberden sonra bir telaş cüzler okunuyor, hediyeler hazırlanıyor. Gece geç vakitte Yasin sayısı 525’e çıkıyor tamamlanıyor. Hediyeler yağıyor, yazdırıyorlar. Duaya yetişiyor.. 

Cuma günü öğlen, tanıdık eş dost, erkek kadın,  Hafize hanımın kuran kursu arkadaşları ve neredeyse eksiksiz öğrencileri namazın kılınacağı camiye koşarlar. Cenaze namazı, üzüntü, hüzün, bir acıklı vedalaşma gibi olur, helallik alınır, namazı kılınır, Hafize hanımın tabutunu omuzlarına alırlar, tesbihle dualarla kabrine götürürler.

Cenaze namazına gelenlerin ekserisi kabristana da giderler, okuduklarımızın duasında bulunalım isterler. Gözler dolu,  rahmetlinin hatıraları gönüllerde canlı olduğu halde çok sevdikleri ayrılmak istemedikleri kardeşlerini kabrine ulaştırırlar ve hüzünle defnederler.  Duası yapılacak ve önce okunan kuranı kerim uğurlayanlara teselli olur; arkasından hediyeler; sayanlar saymışlar yazmışlar, kimin neyi okuduğu neyi gönderdiği belli , şu kadar hatim şu kadar salavat şu kadar tesbih ve 590 kadar yasini şerifin duası yapılıyor  amîn diyorlar ve  duadan sonra ne oluyorsa gelenler kendilerini tüy gibi hafif hissediyorlar.

Hani kesin bilgiler var; ‘’ teslimiyet içinde olan müminlerin ruhları yavaşçacık  alınır,  onlar  melekler tarafından karşılanır.’’ deniliyor ya; kendilerinden ayrılan kardeşleri mü’min idi ihlaslı idi,  muhtemelen hoş  bir halde karşılandığını hisseder gibi oluyorlar. bu bir tatmın oluyor.  gönderdikleri hediyelerinin de yerini bulduğu kanaatındeler.  rahmetli için çektikleri. acılar ızdıraplar kabrin başında  bitiveriyor. Hafize Hanımın; kabri belki cennet bahçesine dönüşmüştür kananatindeler, artık onun  derdi hastalığı da  kalmamıştır. o yeni çevresini belki babasını annesini buldu, keşke Allah bize de böyle bir hüsnü hatime verir ümidi ile evlerine memnun mesrur esenlik içinde dönüyorlar 

Arkasından bir telefon trafiği neredeyse herkes birbirini kutluyor, gönülden sevdiklerini güvenli bir yere teslim ettiler. Şimdi o yeni çevresi ile nasıl bir saadet içindedir.  zira  O hali hayatında zaten kendisine böyle bir güzel sonu hazırlıyordu.

Mübarek olsun, Allah rahmetini artırsın.

Böylece  ailenin üç ferdi inşallah rahmete kavuştular. Bilinen kadarıyle onların gözleri dünyaya takılıp kalmıyordu, ahireti de düşünüyorlardı,  bir hazırlık içinde idiler. kulluktan iyilikten sadakadan yardımdan sevaplar gönderiyorlardı. seraba edep idiler, imanları itikatları tamdı.

Ancak imanın keyfiyeti önemli oluyor. Allah’ın emirlerine karşı kılı kıpırdamayan, öbür alemde hesaba çekileceğini unutup her türlü kötülüğü işleyenin imanından bahsetmek mümkün değildir. 

İnsanlara daima hayır dua etmeli, kötülere bile iyi olmaları için Allah’a yalvarmalı sadece dar sıkıntılı korkulu günlerde değil, bir nimete kavuştuğumuzda  ve hatta işlerimiz uğraşlarımız arasında dua yapmayı unutmamalıyız.

Birlik Beraberlik rahmettir,  bir kenara çekilip münferit yaşamaktan ziyade içtenlikle sevgi muhabbetle sürdürülen toplum hayatı esastır. İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.

Yaptığımız her şey ya bir sevaptır veya  günahtır boynumuza vebaldir. imanımızın kuralları ise hayattır. İslam hayatın  bütününü tanımlamıştır ve doğru yolu göstermiştir. de inancımıza göre ibadetin dış şekli önemli değildir. Ancak özü önemlidir,  niyet ihlas esastır; iki kişi aynı ibadeti yaparlar birisinin ki kabul olunur diğerinin ki kabul olunmaz.  Belki Kötü niyetlidir, aklından başka şeyler geçirmiştir. Aranan kabul edilen ise kuru merasim gösteriş  değildir. Tavsiye edilen özdür asıldır içinde samimiyet bulunan ibadettir.

Mühim olan iman inanç ise, ilk önce bunları tam olarak kavramak gerekir. Herkes yaratanını doğru tanımak zorundadır. Kendisine rızkını sağlığını aklını ve türlü nimetleri verenini mutlaka doğru bilmesi lazımdır. Bu konularda yapılan yanlış  ‘’ortak koşmaktır’’ Affedilmeyen hatadır. 

Yüreğinde manevi sorumluluk bulunanlar temel ilkelerden taviz vermezler. Korunan sakınan yaratandan korkan, şüpheli olanlardan titizlikle kaçınan, ibadetlerini bilinçli düzenli şekilde yapan ve gönlünün derinliklerine inancının kurallarını samimiyetle yerleştirenler, hayatı kolayca gögüslemesini bilirler.

Hatme bir sohbetten  ibadetten sonra yapılır. önce  topluca kalb  gönül arındırılır, dünya ile ilgili şeylerle alaka kesilir,  okunacak okunur tesbih çekilir ve duası yapılır. Bu onların daima  ahireti hatırlamasını kolaylaştırır. Artık dünyayı ahireti  bir arada düşünürler.

Bir hadisi şerifle ( Ramuz 189/1 ) yazıyı bitiriyoruz:

İslam kolaydır, kolaylaştırıcıdır. Müslüman da yumuşak huylu, güzel ahlaklı, nazik, görgülü, sabırlı, edepli ve alçak gönüllüdür.

At kestanesigillerden, 25-30 m. yükseklikte,  çiçekleri kokulu bir ağaçtır. Bu ağaç kestaneye benzer yemiş verir, yaprakları beş parçalı,  yemişi uzun saplıdır.. Kışın yapraklarını döker yemişi yenmez.

Tababette ilaç sanayiinde çeşitli şekilde kullanılır, Vücutta biriken iltihapların atılmasında yardımcı olur, ihtiva ettiği büzücü maddeler akne ve sivilcelerden  dolayı açılan gözeneklerin kapanmasını sağlar, yara izlerinin ve yaraların kapanmasında kullanılır. Eklemlerde kemiklerde ortaya çıkan ağrıları dindirir. cildi sıkı gergin yapar, kronik stres ve yorgunluğa iyi gelir diye bilgiler var. Devamını Oku

Sevinç korku kızgınlık üzüntü kıskançlık sevgi gibi sebeplerle ortaya çıkan ‘’Heyecan’’ güçlü ve geçici bir duygudur.

Mesela çocuk ailesi ile birlikte sahura kalktı, oruca niyetlendi, birşey yemedi içmedi akşamı iple çekti, iftara birkaç dakika kaldı, pencereyi açtı heyecanla ezanı bekledi. Ezanı duydu sofraya koştu, neşe içinde su içti yemeye başladı rahatladı.  Devamını Oku

By ArtRachen

Hatır:  Düşünme, akılda tutma, birine karşı duyulan saygı sevgi; hatıra ise: Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak anlamına gelir. Gönül de;  kalpte varsayılan duygu kaynağıdır. Bunlar sözlük anlamları. Eski türkçede ‘’dil‘’ de gönül demektir.

Gönül insanın iç alemidir. Müminin kalbi gönlü bir hazine; sırlar hazinesidir. Bir kimse kalbini hatıralardan vesveseden sıyırır kurtarırsa, temizleyip basiret gözüyle kalbine bakarsa, gönlünü kendini keşfeder.  Gönül sevgilinin teşrifi için hazırlanan yerdir, evdir,  gönüller her şeyin en iyisini ister de bulamaz;  bulamıyor ya çok gamlıdır, kederlidir. Devamını Oku

Görsel Shutterstock'tan alınmıştır

Sürûr sözlüklerde sevinçli, neşeli olmak anlamındadır. Mesrur ise; sevinmiş, sevinçli sürurlu olma hali, meserretli, meramına ermiş olarak ifade edilmektedir. TDK sözlüğünde “eskimiş” olarak işaretlenmiştir. Haksız yere sürurlu olmak ise şımarıklık sayılmıştır. 

Selçuklular zamanında Anadolu’nun Türkleşmesi ve orada İslamiyetin yayılması sırasında önemli görevler ifa eden Ebul Hasan El-Harakani; o günün İslam aleminin sınırlarını işaret ederek; “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına takılan taş benim ayağıma takılmıştır. Onun acısını ben de duyarım.’’ der. O ’’Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir” anlayışındadır. Bununla beraber “sabahleyin yatağından kalkan alim ilminin artmasını, zahid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşimin gönlünü neşe ile doldurmak, onu sevindirmek derdindeyim”. derdi. Şefkat, mürüvvet, sehavet, kerem, cömertlik, başkalarına hizmet, kimseye eziyet vermeme, iyiliği yayma, sızlanmayı bırakma, makam tutkusundan uzaklaşmayı emreder, etrafında olanlara yiğitliği, civanmertliği tavsiye ederdi, herkesin sevincini sürurunu isterdi. Devamını Oku

Sözlükte derinliğe anlam olarak; bir şeyin yüzeyi ile tabanı arasındaki mesafe, cismin eni ve boyu dışındaki üçüncü boyut, olayları özüne inerek ayrıntıları ile kavrama gücü, varlıkların içi özü manaları verilmiştir. Bu ifadelerden derinliğin nitelikli bilgi olduğu kuru bilgi olmadığı anlaşılmaktadır.

Bir tarihte nezih bir ortamda mutemet bir arkadaşımızdan ilginç bir hikaye dinleşmiştik, lütfettiler istifade ettik, derinlikli bilgiler ihtiva ettiğinden, özet olarak bilinmesinde fayda vardır diye naklediyoruz.  

Ege bölgesinde Cumartesi günü pazar kurulan bir ilçe. Orada pazarın kurulduğu caddede müftülük dairesi bulunuyor. İlçe müftüsü cumartesi hafta tatili olmasına rağmen gelen giden oluyor diye dairede bulunuyor. O gün dairede personel yok; ihtiyaç oluyor ya bir çay takımı edinmiş, ocak demlik bardak vesaire. O gün de -cumartesi sabah- gelir, erken gelen misafir oluyor diye ocağa çay suyu koyar, sonra çayını ilave eder, bir süre bekleyecek. Devamını Oku